URİZEN VE DİĞERLERİ ÜZERİNE




‘Kapadım balkonumu,
Duymak istemiyorum ağlayışlarını çünkü,
Ama kurşuni duvarlar gerisinden
Bir şey duyulmuyor ağlayıştan başka.’

Federico Garcia Lorca

Birbirine ulanmış sayısız hüzünler olarak tanımlasak yaşamı yanlış bir şey yapmış olmayız. Hüzün çünkü, kaburgaya gümleyen bütün acılardan arta kalan tek kayda değer sermayesidir yaşamın belkide. Bir ‘Holly Writ’ olarak yaşam, tutar tarafı olmayan, akıl karıştıracak düzeyde sürekli yeni/yinelenen, sabitesi olmayan ve kenara koyduğumuzu asla aynı yerde ve aynı olarak bulamayacağımız karmaşıklıkta/hızda akan bir zaman nehridir.

Yer yer umut kıracak kadar yoğunlaşan absürdlüğü ile yaşamın içinde, üstünde, cidarında veya kıyısında kararsız bir sürüklenme olarak insan varoluşu Urizen, Odin, Aritalt veya diğerleri etrafında masum sayılamayacak aldanışlara kanarak, bile isteye, korka ürke, adanarak çoğun, dizlerine kadar kana bulanarak, zalimce ve ama bir yerinde hep masum, hep komik, bunları, bütün bu sermayeyi görmezden gelmek mümkün müdür?


Her gece, var olmanın dehşetinden kaçırıp bir başka dehşetin kucağında nadas eylediğimiz insanlıkımız, salamura edilmiş, üzerine ekşiler, acılar bolca, iyice aklın dışına çıksın diye, çıksın ki bir nebze gerçekten var olabilsin diye, ballar boca edilmiş nice hülya ile, nice masal, nice kara büyü, aşk ve iman ile esrisin diye biraz, her yana özenle sakladığımız maskelerin ardına yitisin diye bir miktar, hepsi oyun, hepsi oynaş: yaşam ‘bir oyun ve oynaştır.’

O halde oyunun hem hakkını vermek gerekir hem de tadını çıkarmak gerekir.

Oyunun temel taşını iyi koymak gerektir: büyü gerektir sahnede, değilse bu taşın toprağın, bu çamurun, biteviye çürüyen balçığın içinden nasıl yükselir insan? Tiranların ürkütücü azametine nasıl kafa tutar aktör, sahnede nasıl devleşir oyuncu? O büyü ki bir bakışa meftun kılar, bir yalvaçın peşi sıra ömür çürüttür, mazluma taraf kılar seni, yetimi okşayan el, feryada yetişen imdat oldurur.

Oyun başı sonu olmaz bir ‘Kum Kitabı’ okumaktır. Gece mezarlıkta yürürken, kabirlerden yükselen feryadı, gölgelerle karışmış, varlığı kararsız ama kesin, göz çukurları umuttan yoksun ölüyü yadsınamaz bir gerçek olarak gören Safiyeyinin gözlerinden görüp, kulaklarından duymalıdır oyun. Gündeliğin içinden akıp geçen, bir hayalin izi kadar bile gerçek olmayan nice ciddi işlerin, oluşların, metaların tamamından daha gerçek olan bu ürküyü görmeli, göstermeli, sahneye fırlayıp suratımıza çarpmalı oyun. Oyun ciddi iştir.

Gölge varlığı imler, esas olan gölgedir çünkü, sanılanın aksine haz gölgenin derinindedir, aşk ve iman gölgeye dairdir, savaşta sallanan kılıç gölgeye sallanmaktadır, aşık bir beyhude gölgeye meftundur, sahnenin esası gölgedir, oyun gölgenin içinde oynanır. Bir zemin olarak meta, vücud, temel olarak bu büyük, büyülü gölgenin dansı içindir. Çıktın madem sahneye, kahramanca veya korkakça, mümince yada münkirce, ayık ya da ayyaş, her ne oynayacaksan oyna oyununu, bir iz bırak bu derin/sonsuz zaman nehrine, insanın kendini var kılma çabasına bir kutsal kelime ekle, yeniden bir varolma imkanı yarat, küçük de olsa bir şavkıma bırak ardından, kayan bir yıldızınki kadar olsun bir gölge bırak ardından, sahnede kısacık bir an olsun bir gölge parlasın seni imleyen.

Derviş salınıp duruyor sahnede, zikrin süreğen ve ritmik tekrarı sarsıyor seyirciyi, biraz meczupça olduğunu kabul etmeliyiz evet, ama düş olmazssa gerçeğin yükünü nasıl omuzlayabilir ki insan. Daha da ötesi, gerçek diye üzerinde gezindiğimiz başı sonu belli geometrik meta, belli belirsiz, flu düşten daha mı gerçek? Bir cin düğünü gibi, bütün sınırları vücudların belli belirsiz, biraz dumanlı, renkler eleğimsağma, iç içe geçmiş, akıl karıştırıcı biraz, tam da bu değilmidir oyun, uğruna orduların ovaları kan gölüne çevirdiği sert gerçeğin şaşırtıcı zemini bu değil midir?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder