HRÖNİR VE TİYATRO ÜZERİNE






maskeler sadece maskeleri örter. insan ruhunun/bilinçdışının derininde yatan, doğada ki olgular gibi hatırasız, bilinçsiz, farkındalıksız, süreğen biçinde devam eden, biriken, içe içe geçmiş lifler gibi neredeyse ürkünç örüntüler şeklinde bir ‘varlık’ gösteren boğucu sürece bir kutsiyet atf etmek anlamsızdır. Varlığın üzerine gerildiği bütün diğer malzeme gibi derinimizde farkındalıksızca (şuursuz) sürekli birikerek akıp duran hatıraya da çok bir anlam yüklememek gerek. Çünkü oraya sürülen/sürdüğümüz her şey aslında bir öteleme, bir koğma, bir bastırma, yorucu bir isyan/itaat ikilemi/çıkmazının sonucu varlığın içinde tutunamamış bir tarafımız. Eski eşyalara dövünüp ağlayarak tutunmak belki zavallıca. Ve bu her biri varlığın bir tarafını kanatarak, acıtarak, derin hazlar veya hüzünler bırakarak kopup giden malzeme, yaşamı neredeyse bir maskeler galerisine çevirir. Her maske bir önceki maskeyi maskelemek için maharetle oturur yüze, varlığı maskelene maskelene artık bir hayalin hayali kadar bile gerçeğe yakın olamayan yüze, baştan aşağı bir hüzün, ahlaksız bir acı, inkar üzerine kurulu bir imanın acıtan resmi olarak yüze. Maskeler sadece maskeleri örter.

SİMULACRUM




‘hiçbirşey söylemeyen sözlere varmak için
herşeyin sonuna kadar söylenmesi gerekti
incir… yarpuz… karamela…
la havle ve la kuvvete illa billah.’

İsmet Özel

Sahne kuruldu.
Yalvaç elleri havada, gözleri esrik, sesi buğulu, hafif salınarak etkileyici bir duaya girişti.
Dekor neredeyse çıplak nesne.
Bütün maskelerden özenle sıyrılmış insan teni,
kanlı eti, üzerinden derisi sıyrılmış kemikli ve kaslı,
çarpıcı ve zaman zaman mide bulantısına sepeb olan ışıklar flood ediliyor sık sık, ciyak sarılara karışan çingene pembesi bir yumruk gibi gümlüyor böğrüne seyircinin, kimse şaşırmıyor, bir eski zaman masalından fırlamış bu yakarı sahnesi, yalvaçın sesini boğan gürültüler eşliğinde bir bar ayinine dönüşüyor, anlam yitiyor, herşey daha da ağırlaşarak sonsuz bir boşluğa dönüşmesi umud edilen sahnede taş gibi çalkılı kalıyor, su aygırlarının çıplak ve üst üste yığılı ağır kanlı hareketleri ile doluyor sahne, kimse uçamıyor, esasında kimse de yok sahnede, hiç kimse, bir kimse’nin olma ihtimali de kalmıyor.

URİZEN VE DİĞERLERİ ÜZERİNE




‘Kapadım balkonumu,
Duymak istemiyorum ağlayışlarını çünkü,
Ama kurşuni duvarlar gerisinden
Bir şey duyulmuyor ağlayıştan başka.’

Federico Garcia Lorca

Birbirine ulanmış sayısız hüzünler olarak tanımlasak yaşamı yanlış bir şey yapmış olmayız. Hüzün çünkü, kaburgaya gümleyen bütün acılardan arta kalan tek kayda değer sermayesidir yaşamın belkide. Bir ‘Holly Writ’ olarak yaşam, tutar tarafı olmayan, akıl karıştıracak düzeyde sürekli yeni/yinelenen, sabitesi olmayan ve kenara koyduğumuzu asla aynı yerde ve aynı olarak bulamayacağımız karmaşıklıkta/hızda akan bir zaman nehridir.

Yer yer umut kıracak kadar yoğunlaşan absürdlüğü ile yaşamın içinde, üstünde, cidarında veya kıyısında kararsız bir sürüklenme olarak insan varoluşu Urizen, Odin, Aritalt veya diğerleri etrafında masum sayılamayacak aldanışlara kanarak, bile isteye, korka ürke, adanarak çoğun, dizlerine kadar kana bulanarak, zalimce ve ama bir yerinde hep masum, hep komik, bunları, bütün bu sermayeyi görmezden gelmek mümkün müdür?

ÇAMAUVATS DEĞİRMENİ




Ne pahasına olursa olsun büyüyü bozma.
Büyü ki seni anlamlı kılan, seni var kılan her şeyi imleyen, seni varlığa pamuktan bir iplikle bağlayan/yakmayan harlı ateştir.
Sahnenin kurulduğu yer basit bir değirmen. Oysa değirmenci bir ömür, belki de bir kaç ömür boyunca ilmek ilmek işlediği, her taşını, içleri unlu tozlarla kaplı her çatlağını, su yalağını ve diğer köşeleri, batıdakini ve tavandaki kara isle kararmış stünları,  ince bir sızı ile ve süreğen biçimde biraz zeytin yağı, birkaç ilmek kendir ve bolca gözyaşı ile doldurduğu kandili yerleştirdiği nişi sırlayıp durmuştu.
Büyü sahnenin her yerine sinmişti. Bakmasını bilene, görebilene, kendisine kapılar açılana her şey göründüğünün katlarınca varlık dolmuştu. Her taş, her çatlak, her odun parçası ve diğer ıvır zıvır, unlu tozlarla kaplı her çuval adını inleyen, seni bitmez bir sabır ile zikreyleyen mecnun olmuştu.

ANNE


                            


acını kutsadım anne. acını ki hepimizi biraz daha insan kıldı, yanıktı zaten yürek, biraz daha dağladı, uzaklara dalardı hep gözlerim biraz daha sulu eyledi, gün üstüne gün ekleyerek, umuda umud ekerek, acıyı acı ile berkiterek her gün acılarınla, biraz daha insan kıldın hepimizi.

aklıma hep el kadar ekmeklerin üzerine koyup sepetin dibine serdiğin sabah kaymakları ile geliyorsun, üzerine ektiğin şekerle genizde kesif bir şevkat bırakan. sabah olsun da yeniden o mesut güne uyanayım, yeniden senin ayran yaydığın sabahlara, sepete doğru seğirttiğim o masal sabahlara diye, ama gözlerimi o umud ile kapadığımda acı ile büzüşen yüzün gelir yeniden, çareye el yetiremediğim, dindirmeye yol bulmadığım, içimi hep tanımlayamadığım bir suçluluk, bir beceriksizlik hissi ile, bir yenilgi ile dolduran o son dokuz yıl…