‘hiçbirşey söylemeyen sözlere
varmak için
herşeyin sonuna kadar
söylenmesi gerekti
incir… yarpuz… karamela…
la havle ve la kuvvete illa
billah.’
İsmet Özel
Sahne kuruldu.
Yalvaç elleri havada, gözleri esrik, sesi
buğulu, hafif salınarak etkileyici bir duaya girişti.
Dekor neredeyse çıplak nesne.
Bütün maskelerden özenle sıyrılmış insan
teni,
kanlı eti, üzerinden derisi sıyrılmış
kemikli ve kaslı,
çarpıcı ve zaman zaman mide bulantısına
sepeb olan ışıklar flood ediliyor sık sık, ciyak sarılara karışan çingene
pembesi bir yumruk gibi gümlüyor böğrüne seyircinin, kimse şaşırmıyor, bir eski
zaman masalından fırlamış bu yakarı sahnesi, yalvaçın sesini boğan gürültüler
eşliğinde bir bar ayinine dönüşüyor, anlam yitiyor, herşey daha da ağırlaşarak
sonsuz bir boşluğa dönüşmesi umud edilen sahnede taş gibi çalkılı kalıyor, su
aygırlarının çıplak ve üst üste yığılı ağır kanlı hareketleri ile doluyor
sahne, kimse uçamıyor, esasında kimse de yok sahnede, hiç kimse, bir kimse’nin
olma ihtimali de kalmıyor.
Artık aldatılma duygusunun da önemi kalmıyor,
çünkü seyirci de artık bir seyircinin
kopyesinin kopyesi,
oyun artık sayıları unutulmuş, tekrar edile
edile kendi ilk gerçekliğinden epeyce uzaklara savrulmuş, artık bir gerçekten
çok aslı olmayan, bir şey’in (?) kendisinden yapılma
kopyesinden belki tekrar tekrar üretilen kopyelerinden biri olarak, kendi başına içeriksiz bir varlık (!) deneyimi
olarak, saçma, gerçeğin çarpıtılmışı, hatta gerçeğin rağmına, gerçeğin inkarı,
gerçeğin yokluğunu cesurca ve amaçsızca haykıran bir fasit daire olarak, bir
simulacrum olarak…
Sahne kuruldu,
seyirci gerçek değil,
oyun gerçek değil,
yalvaçın kendisi de, duası da saçma sapan
bir gölgeden öte başka bir şey değil…
Burada duralım.
Sadece dikkati toplamaya engel olmak saiki
çalınan müzik akmaya devam etsin, bir cin düğünün tam oratsındayız, ürkünçlük
aşikar ama ürkecek gerçek bir varoluştan
eser yok, bir süre sonra bu gözlemi yapmanın absürdlüğüne dair sorular sökün
etmeli sanırım.
Ama hayır, en erotiğinden sevişme
sahneleri, gerçekten sevişmenin önünde duruyor, varlık iddiasındakiler
görüntüyü gerçeğe tercih ediyor inatla, sadece bu yolla hazzı duyumsayabiliyor,
ağız ve damak benzer biçimde gerçekten ve gerçek tadlar yerine simulacrum
olarak kopya ve arttırılmış tatlara yöneliyor, kulak gerçek sesleri duymuyor
artık, her organ kendi gerçekliğinin dışına savrulmuş olarak arttırılmış
gerçeklik saçmalığına yöneliyor ısrarla.
Halbuki sahne ‘tekrar’ gibi kadim bir
dua’nın mekanı olarak anlam kazanmıştı.
Tekrar ettikçe içerik kazanan,
maskelerin ardına ve ardına ve ardına
özenle saklanmış varoluşu arayış olarak,
varoluşu sadece arayarak değil,
deneyimleyerek,
bunu nerede ise sonsuz sayıda tekrar
ederek,
tekrar ve tekrar saklı olanı orta yere
sererek,
böylece sahnedeki ışıltıyı,
sahnedeki gürürültü ve kalabalığı,
‘arttırılmış gerçekliği’ değil, onların ardına saklı kılınmış muhteşem
mücevheri arayış çabası olarak.
Yalvaçın tok sesle ve abartılı vücud
hareketleri eylediği duayı değil,
daha derinde, gönülde saklı inlemeyi,
sessiz sedasız akan hüznü, alevsiz/dumansız yanan koru ortaya çıkaraktı oyun.
Bütün sahne, bu biraz beyhude gibi duran;
kokuşmuş etten ve çamur deryasından ışıl ışıl bir varoluşu, zamansızlıktan
itibaren bir fışkırma anı kollayan, bir aşk, bir derin haz, sarsıcı bir vecd
anı kollayan bir şavkıma için kurulmuştu.
Oysa bizzat bunun için kurulan sahne,
sahnede bir büyü etkisi yaratıp misal ölüler diriltmesi beklenen, en büyük
oyununu neredeyse ölerek ortaya koyup herbirimize sarsıcı deneyimler ve
olasılıklar bahşeylemesi umulan yalvaç/actor ve bu şavkıma arayışı ile bir
imkan kollayan seyirci, bütün sistem gerçeğin yerine varlığı uyuşturan, inkar
eden, varlığa dair en ufuk bir ümid ve imkan bırakmayan bütün bu
simulacrumların gönüllü esareti altında.
yeniden bir köy düğününde halay çekilebilir
mi acaba?
bir zeytini ısırmak gerçekten mümkün olacak
mı?
Biraz özlem duymak, azıcık bir aşk acısı
çekmek olası mı acaba?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder