OMELAS'TAN ÇEKİP GİTMEK






                                                                                                                      وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْۙ

Ursula K. Le Guin’in Omelas’ı Bırakıp Gidenler adında bir öyküsü var.  Temel argümanı, sahip olduğumuz ıvır zıvırın, şatafat ve konforun ve bunların yarattığı mutluluğun bir acı üzerine kurulu olduğu gerçeğidir. Le Guin, öyküsünde, mutluluğu bir çocuğun aşağılanması, acısı üzerine kurulu bir şehirden bahseder. Omelas öyküsü adını, ABD Oregon’da üzerinde Salem yazan bir yol tabelasından alır. Böylece Salem’i tersten yazarak başına da Oregon’un O’sunu koyarak Omelas’a ulaşır Le Guin. Salem, Shalom, Schelomo, bildiğimiz selam, barış yani. 

Le. Guin öyküye, William James’ten alıntıladığı şu nefis cümlelerle başlar: 
‘...öyle bir dünya varsayalım ki... milyonlarca insan sürekli mutlu yaşasın ama bir şartla, uzaklarda bir yerde bir yitik ruh tek başına eziyet çekmek zorunda olsun. Bir an için içimizden bize sunulan mutluluğu yaşamak gelse bile yine ilk kapılacağımız özgül ve bağımsız duygu, bile isteye böylesi bir pazarlık yaparak elde dilen mutluluğun ne kadar çirkin bir şey olduğudur...
Tüm yüce, etkileyici idealler devrimcidir. Kendilerini, geçmiş deneyimlerin etkileri değil de gelecek deneyimlerin olası nedenleri olarak sunarlar.’

Gerçekten de hemen bütün ışıltılı uygarlıkların arka planında böyle yitik ruhların sarsıcı acıları vardır. Ve hemen bütün yüce idealler ve düşünceler, bir sonraki kirli pazarlığa ve yaltaklanmaya kadar bu yitik ruhların acısından, bu acı üzerine kurulu rezilliğe yaltaklanmayı reddeden yüce ruhlardan ışımıştır. İnsanlık tarihi kabaca bu rezil pazarlığa yaltaklanma ile isyan arasındaki sarkacın hareketinden ibarettir. 

Modern dünya, bu kirli pazarlıklara argüman üreten devasa bir akademi, medya ve sanat endüstrisi üretmiştir. Bu rezil pazarlığa tek tek her birimizi ikna etmek için rasyonalite, çıkar ve denge gibi kavramlarla söz konusu endüstri var gücüyle çalışır. Günün sonunda bir iki kısık ve ihmal edilebilir itiraz dışında hepimiz bu rezil pazarlığı kabul ederiz. Gazze çocuklarının küçücük bedenlerini paramparça eden ABD yapımı İsrail bombalarını, ağzımızdaki lezzetli etin yumuşacık parçasını damakta yaymakla meşgul olduğumuz bir sırada televizyonun ekranında, uzak, bizden çok uzakta, bir karanlıkta ‘ışıyan’ bir ışık patlaması olarak görürüz. Sarsıcı. Ancak ardından ‘ama...’larımız var. Bütün bu parçalanmış çocuk bedenlerinin, kafası göğsüne düşmüş çaresiz babaların bedbin bakışlarının, annelerin coşkun hüzünlerinin karşısına koyacak birkaç ‘ama...’mız var. Böylece içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz bu başkalarının acısı üzerine kurulu mutluluktan, hazdan payımıza düşeni almanın nasıl bir ‘hak’, hakkedilmiş bir ‘hak’ olduğuna yeniden ikna oluruz, ediliriz. 

Halbuki evrende sadece Tanrı ve sen varsın. 

Tanrıyı bilir misiniz? Rahiplerin, Hahamların, Hoca ve Şeyhlerin vazettiği, tahtından oturup dünyaya ateşli mızraklar yollayan şu komik ve histerik tanrılardan bahsetmiyorum. Senin Tanrın. İçinde, damarlarında, sinir uçlarında gezinen, kanlı canlı, evi senin kalbin olan, sesi senin vicdanın olan tanrıdan bahsediyorum. Adını ne koyarsan koy ancak gerçeğin ve hakikatin, mazlumun ve haklının tarafında yer alman için kalbinde süreğen bir ses gibi, bir çınlama gibi varlığını sezdiren Tanrıdan. Bu sesi duymak ve davet ettiği tarafta durmak için ciltler dolusu kitaplara, gösterişli Havra ve kiliselere, cami ve pagodalara ihtiyacın yoktur. Sadece sen ve tanrı vardır evrende. Onun gözleriyle bakman, onun sesiyle konuşman, onun eliyle tutup taşı şeytana fırlatman ve Gazze’nin ABD bombaları ile İsrail’in paramparça ettiği küçücük bebekleri için iki damla göz yaşı dökmen için tanrıdan başka hiç kimseye ihtiyacın yoktur. Dünyada temiz bir vicdandan daha rahat bir yastık var edilmemiştir. 

Mustafa Ekici




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder