OMELAS'TAN ÇEKİP GİTMEK






                                                                                                                      وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْۙ

Ursula K. Le Guin’in Omelas’ı Bırakıp Gidenler adında bir öyküsü var.  Temel argümanı, sahip olduğumuz ıvır zıvırın, şatafat ve konforun ve bunların yarattığı mutluluğun bir acı üzerine kurulu olduğu gerçeğidir. Le Guin, öyküsünde, mutluluğu bir çocuğun aşağılanması, acısı üzerine kurulu bir şehirden bahseder. Omelas öyküsü adını, ABD Oregon’da üzerinde Salem yazan bir yol tabelasından alır. Böylece Salem’i tersten yazarak başına da Oregon’un O’sunu koyarak Omelas’a ulaşır Le Guin. Salem, Shalom, Schelomo, bildiğimiz selam, barış yani. 

Le. Guin öyküye, William James’ten alıntıladığı şu nefis cümlelerle başlar: 
‘...öyle bir dünya varsayalım ki... milyonlarca insan sürekli mutlu yaşasın ama bir şartla, uzaklarda bir yerde bir yitik ruh tek başına eziyet çekmek zorunda olsun. Bir an için içimizden bize sunulan mutluluğu yaşamak gelse bile yine ilk kapılacağımız özgül ve bağımsız duygu, bile isteye böylesi bir pazarlık yaparak elde dilen mutluluğun ne kadar çirkin bir şey olduğudur...
Tüm yüce, etkileyici idealler devrimcidir. Kendilerini, geçmiş deneyimlerin etkileri değil de gelecek deneyimlerin olası nedenleri olarak sunarlar.’

Gerçekten de hemen bütün ışıltılı uygarlıkların arka planında böyle yitik ruhların sarsıcı acıları vardır. Ve hemen bütün yüce idealler ve düşünceler, bir sonraki kirli pazarlığa ve yaltaklanmaya kadar bu yitik ruhların acısından, bu acı üzerine kurulu rezilliğe yaltaklanmayı reddeden yüce ruhlardan ışımıştır. İnsanlık tarihi kabaca bu rezil pazarlığa yaltaklanma ile isyan arasındaki sarkacın hareketinden ibarettir. 

Modern dünya, bu kirli pazarlıklara argüman üreten devasa bir akademi, medya ve sanat endüstrisi üretmiştir. Bu rezil pazarlığa tek tek her birimizi ikna etmek için rasyonalite, çıkar ve denge gibi kavramlarla söz konusu endüstri var gücüyle çalışır. Günün sonunda bir iki kısık ve ihmal edilebilir itiraz dışında hepimiz bu rezil pazarlığı kabul ederiz. Gazze çocuklarının küçücük bedenlerini paramparça eden ABD yapımı İsrail bombalarını, ağzımızdaki lezzetli etin yumuşacık parçasını damakta yaymakla meşgul olduğumuz bir sırada televizyonun ekranında, uzak, bizden çok uzakta, bir karanlıkta ‘ışıyan’ bir ışık patlaması olarak görürüz. Sarsıcı. Ancak ardından ‘ama...’larımız var. Bütün bu parçalanmış çocuk bedenlerinin, kafası göğsüne düşmüş çaresiz babaların bedbin bakışlarının, annelerin coşkun hüzünlerinin karşısına koyacak birkaç ‘ama...’mız var. Böylece içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz bu başkalarının acısı üzerine kurulu mutluluktan, hazdan payımıza düşeni almanın nasıl bir ‘hak’, hakkedilmiş bir ‘hak’ olduğuna yeniden ikna oluruz, ediliriz. 

Halbuki evrende sadece Tanrı ve sen varsın. 

Tanrıyı bilir misiniz? Rahiplerin, Hahamların, Hoca ve Şeyhlerin vazettiği, tahtından oturup dünyaya ateşli mızraklar yollayan şu komik ve histerik tanrılardan bahsetmiyorum. Senin Tanrın. İçinde, damarlarında, sinir uçlarında gezinen, kanlı canlı, evi senin kalbin olan, sesi senin vicdanın olan tanrıdan bahsediyorum. Adını ne koyarsan koy ancak gerçeğin ve hakikatin, mazlumun ve haklının tarafında yer alman için kalbinde süreğen bir ses gibi, bir çınlama gibi varlığını sezdiren Tanrıdan. Bu sesi duymak ve davet ettiği tarafta durmak için ciltler dolusu kitaplara, gösterişli Havra ve kiliselere, cami ve pagodalara ihtiyacın yoktur. Sadece sen ve tanrı vardır evrende. Onun gözleriyle bakman, onun sesiyle konuşman, onun eliyle tutup taşı şeytana fırlatman ve Gazze’nin ABD bombaları ile İsrail’in paramparça ettiği küçücük bebekleri için iki damla göz yaşı dökmen için tanrıdan başka hiç kimseye ihtiyacın yoktur. Dünyada temiz bir vicdandan daha rahat bir yastık var edilmemiştir. 

Mustafa Ekici






Ocak -1991 Diriliş Dergisi’nde Sezai Karakoç’un yayınladığı bildiri:


İSLÂM ÜKELERİNİN BAŞINDA BULUNANLARA


ÇAĞRI


Sezai KARAKOÇ


 Size sesleniyorum.


İslam ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, krallar, size sesleniyorum.


Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslam ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.


Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan dededen size geçen veraset hakkıyla ister alnınızın teriyle, ister hak ve hukukla, ister kuvvet zoruyla halkınızın yönetimini ele geçirmiş bulunun, size sesleniyorum ve diyorum ki, tarihin en kritik göreviyle, en ağır sorumluluğu ve ödeviyle karşı karşıyasınız. Bu görevi çoktan yerine getirmeniz lazımdı şimdiye kadar. Şimdi, hülûl etmiş vâdenin son deminin son demidir.


Bu görev nedir?


Bu görev, derhal bir araya gelip bir SAVUNMA ANLAŞMASI yapmanız ve bunu harfi harfine uygulamanızdır. Yani herhangi bir İslam ülkesine saldırı olursa, ona hep birden karşı koyma hususunda anlaşmak durumuyla karşı karşıyasınız.


Neden böyle bir anlaşmaya ihtiyaç vardır? Batı ülkeleri Körfez’in petrol bölgesini işgale başlamıştır da ondan. O işgal bitince hep birden Irak’a saldıracaklardır. Bunun için de bahane hazırdır. Bu bahaneyi, Irak, Kuveyt’i işgal etmekle bizzat kendisi vermiştir.


Irak’ın işi bittikten sonra, teker teker birer bahane ile sizin ülkeleriniz aynı batılı ülkelerin hava, deniz ve kara kuvvetlerinin saldırısına uğrayacaktır. Tıpkı Moğolların İslam ülkelerini zapt etmeleri gibi. O zaman, ülkenin biri alındığında, komşusu seyirci kalıyordu. Ama hemen ardından sıra kendisine geliyordu. Tıpkı Endülüs’teki parçalanmadan sonra olduğu gibi. Bir beylik, İspanyolların vahşi saldırısına uğradığında öbürleri hareketsiz ve cansız, kurbanlık koyun gibi sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.


Ülkelerinizi aynı duruma düşürmeyiniz, tarihten ibret alınız, ey başkanlar, cumhurbaşkanları, krallar!


Siz böyle bir anlaşma girişiminde bulunduğunuzda, batılı ülkeler engel olmaya kalkışırlarsa, işte o vakit, böyle bir anlaşmanın zarureti çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Eğer onlar petrol bölgesinden sonra ülkelerimize saldıracaklarsa, bu savunma anlaşmasını yapmayıp ihmal etmemiz bize çok pahalıya mal olacaktır. Batılıların ülkelerimize saldırma niyetleri yoksa ve iddia ettikleri gibi Irak bize saldıracaksa, böyle bir savunma anlaşmasından işkillenmemeleri gerekir. Bu savunma anlaşmasında, kim saldırırsa onunla savaşılacağı zikredileceğine göre, bundan gocunacak olanın niyeti kötü demektir. Kötü niyetli değillerse, böyle, bir savunmaya yönelik anlaşmayı desteklememeleri için bir sebep olmamalıdır.


Ey krallar, hükümdarlar, başkanlar, cumhurbaşkanları! Saniyelerin kıymetli anlarını yaşıyoruz. Vakit kaybetmeyiniz, bir araya geliniz, İslam ülkelerinin sigortası gibi, kutlu savunma anlaşmasını derhal imzalayınız.


Bunu yapmadığınız takdirde, talihsiz halkların çocukları, kıyamete kadar, tarihle birlikte bu ihmalinizi elbet hayırla yad etmeyeceklerdir.


Otuz senedir yazıyorum. Tüm eserlerimde Batı’nın bir gün gelip petrol bölgesini işgal edeceğini, sonra teker teker öbür ülkeleri istilaya girişeceğini açık ve seçik bir şekilde yüzlerce kez yazdım. Bugün ne yazık ki, bu öngörüm tahakkuk etmeye başladı. Keşke yanılsaydım. Keşke yalancı çıksaydım!


Kuveyt’in işgalinin ardından yaptığım yorum bugün, yani dört ay sonra, gazete manşetlerine geçti. Şimdi de yakın gelecek için sizi uyarıyorum; harekete geçin, protokolü bir kenara itin  -Protokol, bir şekil, bir usul meselesidir ve esas içindir-.  Protokol, esasa engel olmamalıdır. Engel olursa zararlı olmuş demektir, onu çiğnemek gerekir. Evet, protokollerin, diplomatik geleneklerin mahkûmu olmayınız, hâkimi olunuz. Çünkü, bütün bunlar, halkların güveni içindir, yoksa o güveni sarsma pahasına muhafazası gerekli kurallar değildirler. Diplomatik kurallar, evrensel insan hakları ilkeleri değildir. Özgür yaşamak isteyen halkların başları olarak sizler, tüm kuralları bu açıdan görmeye ve değerlendirmeye mecbursunuz.


Kuveyt’ten çekilirse Irak’ı da savunma birliğine alınız. Çünkü: batılılar ne yapıp yapıp sizlerle Irak’ı çarpıştırmak istiyor.


Hiçbir çağrı, hiçbir yazı, hiçbir mektup benim size yönettiğim bu çağrıdan daha açık yazılamaz.


Ben hatırlatma görevimi yerine getiriyorum. Eğer mümkün olsa ve bir etkisi bulunsa, her birinizi ziyaret edip bu anlaşma için sizi ikna etmek isterdim.


Fakat, heyhat ki, o güç ve imkânda değilim. Ancak, buradan seslenebilirim. Ve işte sesleniyorum.


Vakit kaybetmeden, İslam Birliği Sekretaryasını, gerçek, etkin, askeri, ekonomik ve kültürel bir Birliğe çeviriniz. En azından bir Savunma Paktı haline getiriniz.


Bunu yapmanız için kendi kendinizi aşmanız gerekiyorsa, aşınız, bir kerecik olsun aşınız; Allah için, din için, yurt ve milletimiz için kendinizi aşınız. Çünkü: biliniz ki, kim ne derse desin, Batılılarca ne kadar bölünmüş olursa olsun, yurt ve milletimiz, aslında birdir. Bu millet, yekpare bir millettir, bu yurt yekpare bir yurttur. Geçmişte böyleydi, gelecekte de böyle olacaktır. Bugünkü durum geçicidir, arızî bir fetret döneminden başka bir şey değildir.


Her şeyi unutmuş olamazsınız. Rüyalarınızı kurcalayınız, belki benim çığlığımın bir zerresini olsun orada bulacaksınız.


Çocukluğunuzu hatırlayınız. Dedenizin, babanızın, annenizin, bu ülke gerçek düşünür ve şairlerinin, er ve erenlerinin size vasiyetlerini hatırlamıyor musunuz?


Bulunduğunuz mevkilerde ebedi kalacağınızı mı sanıyorsunuz?


Dost acı söyler. Biliniz ki, tarihin bu en korkunç anında gerekeni yerine getirmezseniz, fırtınaların en şiddetlisiyle bulunduğunuz zirvelerden yokluğun uçurumuna savrulup gideceksiniz.


Kulağınızı, bastığınız toprağa yapıştırınız. Yerin altındaki ölüler, sizden bu masum milleti ve yurdu korumanız için milyonlarca ağızdan sesleniyorlar.


Dağlardan, tepelerden, gönüllerden yükselen sesi işitiniz. Gece ve gündüz demeyiniz, gece yarısı da olsa toplanıp anlaşınız.


Camilerden, kubbelerden, yazma eserlerin sayfalarından, tüm yurt ve tarih çizgilerinden yükselen sesi işitmek için bir kerecik olsun kendinizi aşınız.


Gençliğinizde gelip sizi yoklayan idealleri düşününüz. Etrafınızda uçuşan, nice genci yakıp kavuran idealleri hatırlayınız.


Birinci Dünya Savaşında, dinleri, milletleri, yurtları, dinimiz, milletimiz, yurdumuz (ki bunlar birbirine perçinlenmiş kutlu değerlerimizdir, birbirlerinden ayrılmazlar) uğruna canlarını veren, kanlarını kara toprağın içtiği, çöllerde ve gurbetlerde kalmış şehitleri hatırlayınız. Dökülen kanları ve gözyaşlarını hatırlayınız. Annelerin döktüğü gözyaşlarını hatırlayınız.


Birliğin bozulmasının üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçti. Ülkelerimizin kârı ne oldu? Bir parça geriye dönüp baksanız, bir savunma birliği kurmayı, bir hayat memat meselesi olarak görürsünüz.


Gözünüze Batılıların çektiği perdeyi yırtıp atmak için bir kerecik olsun kendinizi aşınız ey başkanlar, cumhurbaşkanları, krallar!


Şeyhlerin, emirlerin artık gözüken akıbetinden ibret alınız. Çağ, sizi hesaba çekmeden siz çağın hesabını yapınız.


Size, bir milyar Müslüman’ın gönlüne tercüman olduğuma yürekten inanarak sesleniyorum. Vaktin kalmadığını, mukadder anın yaklaştığını haber veriyorum.


Kimileri sizin şimdiye kadarki tutumunuzla bu çağrıya layık olmadığınızı söyleyeceklerdir. Öyle de olsa, şimdi iktidarda olduğunuzdan sizi uyarmak bir görevdir. Siz bu görevi yapmazsanız, elbet, büyük devrim olacak ve görev yapacaklar gelecektir.


Sizi uyarıyorum, şahıslarınızla ve şahıslarınız dışında tüm İslam dünyasını, büyük İslam milletini uyarıyorum.


Büyük uyanış ve diriliş sûrunu üflüyorum.


Bu kulakları patlatacak sesi işitmeyeceklere ne yazık!


Son anda da olsa uyanıp dirilecek olanlara muştular olsun.

 


'Ölülerinizi Hayırla Yad Ediniz.'

Mustafa Karahasanoğlu ile 2000 yılında tanıştım. 

Anadolu’dan, Kemaliye’den İstanbul’a 50’li yıllarda göçmüş bir ailenin çocuğu idi. Türkiye’nin zor yıllarını yaşamış, İstanbul’un iyi semtlerinde okumuş, tabir caizse sosyetesini de tanımış, bu yaşanmışlığın özgüveni ile inançlarına daha samimi, daha sıkı sarılmış bir mühendisti. 

28 şubattın memleketin üzerinden bir silindir gibi geçtiği yıllardı. Mustafa Karahasanoğlu’nun kurduğu, o zamanki adı ile Vakit gazetesi, 28 Şubat cuntasının karşısındaki en gür sesti. Her manşeti ile ezilen, okullarından atılan kızların, göz altına alınan Müslümanların adeta çığlığı olan gazete defalarca takibata uğradı, basıldı, tarandı, kapatıldı ama tavır ve tarzından hiç taviz vermedi. Her kapandığında yeni bir isimle, yeni bir kadro ile yoluna devam etti. 

Samimi ve kararlı bir Müslümandı. Kendisini tanıdığımda 50’li yaşların başlarında idi. Sakalları ve saçları ağarmıştı, üzerinde biraz ayrıksı duran, sanki işin icabı giyilmiş bir takım elbise vardı. Randevu alarak gitmiştim. Gazetenin ana giriş kapısındaki güvenlikçi kime geldiğimi sordu, bulunduğu kata kendim çıktım, odasından içeri girdiğimde, daha o hafta içinde ziyaret ettiğim merkez medyanın önemli üç gazetesinin satış müdürlerinin odasından daha şatafatlı bir oda bekliyordum, ne de olsa bir gazete patronunun makam odasına giriyordum. Ama öyle değildi, orta halli bir müdür odası kadardı, biraz genişçe ama döşeme ve teşrifat oldukça sıradandı. Masasından kalktı, yüzünde insanın içine işleyen bir gülümseme vardı. Yer gösterdi ve geçip karşıma oturdu. 

Kendisi ile ilk kez görüşüyordum ama habercilik geçmişimden şifahen biliyordum Mustafa abiyi. Yeni Şafak’ın kuruluş yıllarındaki muhabirlikten sonra fiili muhabirliği bırakmıştım, küçük çaplı bir ticaret işi yapıyordum. Vakit gazetesinde de birçok arkadaşım muhabirlik yapıyordu o yıllar. Kuran kurslarının kapatıldığı, merdiven altında elifba öğreten hocaların takibata uğradığı bir süreçti. Kendisine elektronik bir promosyon ürününden bahsettim. Büyük bir dikkatle dinledi. Bana nasıl bir şey olacağını detaylıca anlatmamı istedi. Bir kalem kâğıt alarak kabaca çizdim. O yılarda Vakit’in tirajını ciddi oranda yükselten Sesli Elifba idi üzerinde konuştuğumuz. Bana bir fiyat çıkarmamı ve bir numune getirmemi söyledi. Bunun sadece bir fikir olduğunu, henüz böyle bir ürün üretmediğimi, maliyetini de çok kabaca hesaplayabildiğimi ancak imkân verilirse hızla üretebileceğimi söyledim. Uzunca bakıştık, insanın içine işleyen tebessümü hiç bitmedi, sonra masasına geçti. Kasasından bir miktar para alarak yanıma geldi. 10.000 Amerikan doları idi. ‘Bunu al, git bana bir numune yap getir’ dedi. Şok oldum. Alamayacağımı söyledim ama doğrusu başka da bir imkânım yoktu. ‘Sana güveniyorum’ dedi. Sonra da mesele kapandı. Sesli Elifba’yı yaptık, tam sözleştiğimiz gibi zamanında teslim ettik, ikimiz de oldukça memnun bir şekilde ayrıldık. O yıllardan sonra ara sıra telefonla, birkaç kez ziyaret ederek görüştük. 

Siyasi olarak ve habercilik olarak Akit gazetesinin son yıllardaki tavrını ve tarzını beğenmeyebilirsiniz, ama ben bu anıyı gençlerimizin dikkatini bir mevzuya çekmek için anlatıyorum; Mustafa Karahasanoğlu bir gazeteci olmaktan evvel bir Müslümandı, değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir Anadolu çocuğu idi, içinde büyüdüğü İstanbul sosyetesine karşı hiçbir kompleks duymadı, inanç ve ideallerini yaşarken ve savunurken hiç eziklik hissetmedi, tersine oldukça göz hizasında durarak cesurca bir kavga verdi. Ama daha önemlisi, bugün medyada boy gösteren birçok gazetecinin hayatına değmiş bir meslek büyüğümüz olarak, gençlere duyduğu güveni, gösterdiği dayanışmayı ve desteği ifade etmesi bakımından bu anının değerli olduğunu düşünüyorum. Her mevzuda çıkarı merkeze alarak kılı kırk yaran hesaplar yapan veya tersine flu idealler çizerek bu sisin içinde garip gurebadan sonsuz fedakarlıklar isteyenlerden değildi Mustafa abi. Ticaretin gerçek, katı dünyası ile idealin flu-sisli dünyası arasında gerçekçi bir denge kurabilmiş hasbi bir Anadolulu Müslümandı. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet makamı âli olsun. 

Mustafa Ekici
14 Ağustos 2022

 

Beyaz Bir Hüzne Dair


"Uzun uzun kulak kabarttılar, evet bir sesler geliyordu, ama bekledikleri taraftan deil, tam aksi istikametten geliyordu. Bir süre sonra sesler yine kesildi, tekrar duyduklarında bu sefer baka bir yönden geldi, tipi ve rüzgarın uultusu ile karıık ses zaman zaman net ekilde duyuluyordu."

Yazın hemen sonundan itibaren baladı tela. Evlad-û ıyâldan da önce ahıra koyduu 43 badavarı, 300 koyunu, iki atı, tavukları, köpekleri, kedileri ile devasa bir yekûn tutan hayvanın 5 ay boyunca yiyecei samanı, otu, arpayı düünüyordu. Erkei, kadını çocuu ile 32 bainsanı, her akam kapıya dayanacak bir o kadar misafiri, hastayı, yalıyı, çocuu düünüyordu. Bu kocaman eve kara kıın getirecei soukta yetecek odunu, çalıyı. Unu, ekeri, yaı, peyniri...

Bahar ve yaz neredeyse tamamen kıa yapılacak hazırlıklarla geçti. Dadasaman, ot balyaları, yoncalar ve dier yemlikler, haftalarca samanlıa taındı, daha sısın diye tavana en yakın yerlere, büyüklerin artık giremedii darlıktaki noktalara çocuklar itelendi, saman tepelendi, bastırıldı, en ufuk boluk kalmamacasına sıkıtırıldı, yine de içinde bir ukde kaldı. Mart'a yetiecek mi acaba?

lk karlar dütüünde artık yapılacak tek ey evdeki her malzeme için, özellikle de hayvan alafı için sıkı bir disiplin ve denetim uygulamaktı.

‘Meho’ diye baırdı aaıda koyunun tahtadan yemliklerine serdii samanın üzerine bir parmaktan da az, yeillii belli belirsiz yoncayı sermekte olan Mehmed'e, Salih'e ve Asiye'ye. ‘Bu gidile evimi yıkacaksınız, nereden bu bolluk evlad, daha 5 ay var.’

Sesinde öfkeden çok endie vardı, yeni süpürülmü, yer yer donuk toprakları görülen damın üzerinden gergin bir yüz ifadesi ile aaıdaki telaı izliyor, bir yandan da tabakasından bir sigara sarmaya çalııyordu. Odun ii tamam deildi henüz, iki olu ve yeenleri günlerdir zaten pek bir eye benzemeyen mee ocaklarından, çalı, çırpı, çilo, kök ne bulsalar katır ve eeklerle taıyorlardı, ama henüz odunluun yarısı bile dolmamıtı ki geçen yılın nispeten hafif kıında tepeleme doldurdukları odunluk daha ubatın 15’inde tükenmiti. Çoluk çocuk neyse de kapıya gelen tanrı misafirine, ziyarete gelecek ee dosta mahcubiyet daha imdiden aklını alıyordu. Seferan'a geçen yaz gelin giden kızı geldi aklına.

Yaz sonunda iki günlüüne uramısonra da hastalanan kayınpederi evket’in haber salması ile erkenden geri dönmülerdi. Damat iyiydi, temiz çocuktu, lakin bu baba evinden erken çarılma hadisesi huzurunu kaçırmıtı. Hayırlısı ile bu odun yakacak ileri de biterse, kıçok bastırmadan bir on gün gelsinler diye haber edecekti.

Damın üstünden bir saa bir sola gidip geliyor, sigarasını tüttürerek aaıda davarı yemleyen çocuklara baırıyor, çocukların sinirden sallanan balarına, devrilen gözlerine aldırmaksızın talimatlar yadırıyordu. Günler çabuk geçti, Aralık ayının son günlerinde kar bir metreyi a, davarı dıarı yemlemeye çıkarmak, suvarmak artık iyiden iyiye yorucu hale gelmiti.

Ev sabah erkenden kalkıyor, hızla geçitirilen kahvaltıdan sonra ahırlara kouluyor, davarlar tek tek yemleniyor, atlar açık havaya çıkarılıyor, koyunlar yemlie çekiliyor, sulanıyor, günde iki defa tekrar edilen rutin ve telalı iler ev halkını canından bezdiriyordu.

Sabah yemlemesinden sonra davar tekrar ahırlara alındı. Biraz soluklanmak için çocuklar, gençler, kadınlar yukarı odaya toplatılar. Harıl harıl yanan ocaın baına ütüler, donmuellerini ısıtmaya, bir yandan da çıkarılan peynir ekmek ile yarım kalan kahvaltıya oturdular. Herkesin yüzünde ii imdilik tamamlamıolmanın huzuru vardı.

Birazdan upuzun boyu ve ürkütücü ciddiyeti ile baını biraz eerek basık kapıdan içeri girdi. Bütün ev ahalisi ayaa kalktı, 'oturun' diye iaret etti, yalı annesinin yanına çömeldi, her zaman yaptıı gibi ellerini öptü -günde on kez de girip çıksa bu seremoniyi asla ihmal etmezdi, yanında uslu bir çocua dönen bu ürkünç adamın baını bir kedinin baını okar gibi okadı yalı kadın.-

Bir iki lokma bir eyler yedi, sonra dikkatlice olu Mehmed'i süzdü. Herkes bu bakıın ardından yeni bir talimatın geleceini biliyordu.

‘Meho, yarın atlardan birini al, Seferan'a git, ablanı al gel, bir süre kalsın burada!’

Herkesin içi ısındı adeta, herkes bu haberi bekliyordu. Mehmed'in yüzüne genibir tebessüm yayıldı, ama hızla ciddi haline geri döndü.

Çıkarken de arkadan tembihledi;

‘Yeni eyeri al, kırmızı olanı!

Evde tatlı bir telabaladı, hızla hazırlıklar yapıldı, torbalar, turikler dolduruldu, un helvası kavruldu, armaanlar hazırlandı ve Mehmed ertesi gün erkenden yola çıktı. Sıkıca giyinmi, tüfeini sırtına asmıtı, bir metreyi akarları yara yara, atını arkasından çekerek uzaklatı.

Damın üzerinden uzun uzun, ta gözden yitinceye kadar baktı olunun ardından. Hava açık ve souktu, karlar tozuk, rüzgar sertti. Yarım günden biraz fazla bir mesafedeydi Seferan; içinden dua etti, sasalim gidip gelsin diye yakardı. Kızının bir içim su olan gözlerini hatırladı, içi titredi, gözleri doldu sebepsiz, mutluluk mu hasret mi ayıramadı. Sigarasından derin bir nefes alıp ahıra yöneldi.

Ertesi gün sabah telaı bitti. Sert bir tipi çıkmı, insanın kanını donduran, içini ısıran bir souk gelmiti tipi ile beraber. Bir süre damada durup köye gelen yolun son noktasına dikti gözlerini, ama nafile, tipiden bırak tepeyi görmeyi, köyün hemen çıkıında ki Ömergiller'in ahırı bile seçilemiyordu. Bir iki saat daha geçti, yüzünü gözünü sararak tekrar dama çıktı, ama göz gözü görmüyordu.

Bir süre gezindi durdu damda, evdeki herkesi derin bir endie sarmıtı, kirpikleri, kaları, bıyıkları buz ve kıraı ile görünmez oluncaya, elleri, ayakları morarıncaya kadar bekledi, ama nafile, ne gelen vardı ne giden. Davarı dıarı çıkarmak mümkün olmadı, akam yemlemesini ahırda yaptılar, günde iki kez açık havaya çıkmaya alıkın hayvan huzursuzdu, evdeki her kes huzursuzdu.

Akam ezanını okuyan Mella Vahdettin’in tipiye karıan sesi kesik kesik, bazen artarak bazen de çok uzaklardan, belli belirsiz bir ekilde geliyordu. Karanlık çöktü, ama gece beyazdı, tipi ve souk adeta havayı dondurmu, hava katı parçacıklar eklinde insanın etine batar olmutu.

Yalı Kadın mırıl mırıl dualar okuyordu, Anne elinde Mushaf, gözleri dolu Kur'an okuyordu, ama ne Mushaf'ta ne de okuduklarındaydı aklı, çocuklar evin içinde dolamakta olan meum duyguyu sezmi, aaıdan, ahırdan gelen tedirgin edici hayvan sesleri ile büyüklerin yerinde duramayan hallerinden iyice ürkerek her biri bir köeye sinmilerdi.

Birazdan, dıarda kalmıköpei içeri almaya inmiolan Asiye telala girdi içeri, ‘Sesler geliyor tepeden yana!’ diye baırdı. Hemen herkes aaıya seirtti.

Küçük kardei ile iki yeeni iyice sarınıp çıktılar, birbirlerine tutunup, düe kalka biraz ilerlediler, köyün hemen yakınında mezarlıın bulunduu biraz yüksekçe araziye vardılar bin bir zahmetle.

Uzun uzun kulak kabarttılar, evet bir sesler geliyordu, ama bekledikleri taraftan deil, tam aksi istikametten geliyordu. Bir süre sonra sesler yine kesildi, tekrar duyduklarında bu sefer baka bir yönden geldi, tipi ve rüzgarın uultusu ile karıık ses zaman zaman net ekilde duyuluyordu.

‘Baba!’ diye çaırıyordu bir ses, durup durup ‘Babaaa!’ diye bir canhıraferyat duyuluyordu; lakin sesin geldii yönü kestirmek nâ mümkün. Naçar ayrıldılar, her biri farklı yönlere gittiler, saatlerce seslendiler
birbirlerine,
‘Baba’ feryadı ‘Meho’ feryadına, ‘Kızımmm’ feryadı ‘Abe’ feryadına karıtı durdu, bir süre sonra bazı sesler kesildi.

Saat gece yarısını gösterdiinde yarı ölü ekilde kardei geldi eve; yeenini yarı donmu, ama nefes alır halde mezarlıkta buldular, taıdılar eve.

Gerisi bir feryat olarak karıtı bolua, cesetlerini ertesi sabah köyün hemen dibinde, bahçelerin içinde buldular, Sakine, Mehmed'e sarılmış şekilde kaskatı kesilmilerdi.


Mustafa Ekici



Saray Kırk Oda

Apartman ahalisi kasaba siyasetçisi anlamaz bundan, 

Onun bilip bileceği, nohut oda bakla sofa misali,

Kendi küçük dünyasının ölçüleri ile kırk odalı bir evdir. 

Evet saray kırk odadır,

Her bir odasında bir siyaset pişer, 

Her bir sofasında bir başka oyun kurulur,

Gelecek seçimi düşünmekten aciz kasaba siyasetçisinin aklı ermez bu işlere velakin,

Saray kırk odadır 

her odasında onyıllara sarî oyunlar kurulur, 

ince ince gergefler dokunur, 

ta ecdad dediğinde ne demek anlasın torun takla diye.

Mazlum ‘ah’ dediğinde, 

‘aman’ dediğinde kimsesiz, ‘yettim’ diyen bir el olsun diye,

Zalim, kargısını  güçsüzün karnına sapladığında bir hesap olduğunu bilsin diye, 

Amansız bir öç olduğunu bilsin diye, 

suçsuz yere katledilenin iniltisi boşa gitmedi alem görsün diye…

Saray kırk odadır, 

her bir odasında bir kavim yaşar, her bir odasında bir dil konuşulur, bir tarz oturulup bir tarz kalkılır, 

Her bir odanın kokusu farklı, deseni farklı, döşemesi, tahtası farklı, şiiri müsikisi farklı, 

Kasaba siyasetçisi zübük ağalar bundan kendi evlerini misal tutarak zevk-ü safaya dair detaylar çıkarırlar, onlar çıkara dursunlar, bir odada Trablusgarb konuşur, bir odada yemen, berisinde sesleri çınlar ciddi ve kararlı, erken büyümüş çocukları Kudüsün, Şamın.

Saray gerçekten kırk oda,

İnce ince düşünülmüş mimarisi gibi, her kıvrımında, her köşesinde bir yürek saklıdır, bir güzellik saklanmıştir her bir duvarına, nişine, her bir pervazına bir özlem, her bir merteğinde acılı idam hatıraları saklı, her bir konsulunda yürek kudurtan öfkeler, intikmalar gizlenmiştir unutulmasın diye. 

Saray gerçekten kırk oda, 

Kasaba zübükleri varsın député’cilik oynasınlar, ama her bir odasında sarayın bir başka büyük temsile dair, yüzyıldır ince ince dokunan bir birliğe dair, kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, kimsenin kimseye tahakküm dayatmadığı bir adalet ve selam yurduna dair bir farklı temsilin akilleri, uluları otağ kurdular, kıl çadır, Hiba ve Füstatları ile sarayın her bir odasında bir devlet kurdular.

Saray kırk oda,

Her odasında kapanmamış bir hesaba dair baltalar bilenmekte, pusatlar şavkımakta, dosta düşmana bir tirad bestlenmekte kahramanlık ve onur üzerine. Her odasında günün her saati dervişin zikri gibi bir yemin dönenmekte, ürkütücü bir kararlılıkla, tekdüze bir ritimle ve biteviye: 

Andolsunki!…

Bu saatten sonra, kökleri ve gövdesi adından büyük bu milletin kasaba temsillerinde ki komik tiplerle siyaset yapacağını sananlar sadece yanılmıyorlar, gerçekten komik oluyorlar. 

Saray kırk oda evet, 

her bir odasında bir ulu isteriz bundan sonra, Trablusa, Yemene, Kürdistana, şankavun mogadişuya, gorajdeye, kudüse, beyruta, batuma, Ulanbatura, medineye, mekkeye dair yüreğinde yakıcı bir hasret, kafasında tehlikeli hayalleri olmayan kimsenin girmesine müsade etmeyeceğimiz tam kırk odası var sarayın. 

Yüzyıl evvel bu büyük milletin her kasabasına çekilen emperyalist sınırları ciddiye alıp bu gecekonduda teselli olan kasaba siyasetçileri ile işi kalmadı bu milletin, bir süre daha député’cilik oynasınlar, dolgun maaşlarının tadını çıkarıp hayali halklarına büyük ve mühim söylevlerini versinler, laiklik desinler misal, ağızlarını avurtlarına kadar zorlayarak demokrasi diye çığlık atsınlar, millet onlara kıs kıs gülüyor sarayın odalarından. 

Saray kırk oda evet, 

Her bir odasından ‘dünya beşten büyüktür’ diye haykıracağız, 

Her odasından mazlum milletlere dair bir hayal kuracağız, bir siyasa dokuyacağız, her odasında bu büyük milletin bir parçasına, bir şehrine dair bir kurtuluş muştusu yazacağız.

Saray kırk oda.


Mustafa EKİCİ

     


       

                  Oruç: Sarsıcı Bir Yüzleşme


"Oruç kibirle kirlenmiş kalbi birazcık acı, birazcık pişmanlık ve tövbe, 
birazcık gözyaşı ile incitmek imkanıdır."



Kibirli modernler dine biraz tepeden bakmayı severler; insanlığın tarihini böler, sınıflar, ilkelden moderne doğru lineer bir çizgiye dizerler olan biteni. Kendi tezlerine dayanak diye de insanlık aleminin biraz periferisinde kalmış bir iki üryan kabile, birkaç kemik ve kalıntı üzerinden devasa anlatılar inşa ederler.

Bu asık suratlı, mekanik, kalpsiz ve sıkıcı tezler, güçlünün, egemenin, sömürgenin haksızlığına meşruiyet getirdiği için de katlarında onanır, onların fonladığı hormonlu ve besleme bilim çevrelerinde çabucak taraftarlar bulur, medyanın ve iktidarın yarattığı zorunlu meşruiyet zemininde hızla kitlelere yedirilir ve insanlar biraz bıyık altından gülerek bu cilalı, kalpsiz tezlerin mutlak gerçekler olarak buyurulmasını izler.

Tanrı hükmü

Ama Tanrı, hükmünü icra etmeye devam eder. Tanrı hükmü böyle kalpsiz, oyuna dışarıdan dayatılan tezlere aldırmaz. Güneş doğar, baharı yaz takip eder, sümbül solar ve kuş uçarken cemre düşer suya, toprağa. Tanrı hükmü insanın yapıp ettiklerine aldırmaz. Taraf tutmaz tanrı hükmü, kin gütmez. Tanrı hükmü zalime de engel çıkarmaz, adile de. Sadece bütün bunlar olsun, süreğen bir biçimde deveran etsin diye yaşam, durmaksızın icra eder hükmünü.

Burada işleyen, eyleyen, olana bitene değer yükleyen, tanımlayan insandır çünkü. Zulmeden insandır, âşık olan, kötülüğe karşı bir dağ gibi dikilen insandır, ağlayan ve sevinen, iyi olan ve hadsizce kötü olan insandır. Çünkü ona, evet sadece ona ‘isimler’ öğretilmiştir.

Kierkegaard ‘Tanrı’ya karşı daima kabahatli olduğumuzu’ söyler. 'İnanmak' ,der. 'Cesurca bir yüzleşmedir bu kabahat hali ile'. İnanmakla, inanmakla yani acı ile insan bu kabahat halinin, bu haksız olma durumunun yarattığı kibir ve dik başlılık ile başa çıkabilir ancak. Tıpkı Marx’ın din veya inanmayı kalpsiz dünyanın kalbi ve mazlumun sığınağı diye tanımlaması gibi.

Evet, dünya insani anlamda bir kalpten yoksun yaratılmıştır. Çünkü ona bir kalp armağan edecek olan insandır. Evet, dünyanın bir vicdanı yoktur çünkü ona vicdan olacak olan sadece ve sadece insandır. İnsana verilenlere karşılık ortaya konanlara bakınca evet ikrar etmek gerekir ki insan gerçekten Tanrı’ya karşı kabahatlidir, haksızdır: ‘İnsanoğlu nankördür.’

Tanrı ile temas yeteneği, Tanrı ile karşılaşma kabiliyeti bütün evrende sadece insana bahşedilmiştir. İnsandır Tanrı’ya tanım biçen, mahiyet tanımlayan… Tanrı’ya bir yüz biçme cüreti sadece insanda var. Bir anlamda Tanrı insana kendi hakkında muhteşem ve neredeyse sınırsız bir kurgu yeteneği ve imkânı vermiştir.

Din, kanun vs. adına bu cüret ve yetenek kısıtlanmaya kalkışılsa da insanın içinde esip gürleyen fırtınanın karşısında bir hükmü yoktur bunların. Olan bitenin faili ve şahidi sadece insan ve Tanrı’dır. İnsan ile Tanrı arasında olan biten şeye esasen evrende dahil olabilecek de yoktur.

İnsan adedince Tanrı tanımı

Tanrı tekdir, el hak. Lakin insan adedince Tanrı tanımı, veçhi vardır dense yeridir. Bir anlamda insan neyin yoksunu ise Tanrı’da onu aramış, onu tanımlamıştır. Neredeyse bütün insan nesli kendinde görmediği, göremediği, güç yetiremediği ama olmasını arzu ettiği ne varsa Tanrısını onu temel alarak tanımlaya girişmiştir.

Az çok insan neslinin peşi sıra koştuğu Tanrısı, insanın korkularının tedavisi gibidir. Ama güçsüzlerin Tanrısı oldu hep, güçlülerin değil. Adalet arayanların, eşitlik arayanların, aş ekmek muhtacı olanların tanrısı oldu hep, içtenlikle inandıkları, adını anarak hınçla yumruklarını sıktıkları, tiranların, zalimlerin Tanrısı değil. Yalnızların Tanrısı oldu hep, içten içe yanan aşıkların, kalabalık sevgilere, abartılı övgülere, hayranlıklara gark halde, iki santimgururları ile esriklerin değil. Korkanların, emin olmayanların Tanrısı oldu hep, kafaları kesin inançlarla dolu burnu büyüklerin değil. Arayanların Tanrısı oldu hep, inadına anlam arayanların, ermişlerin, bulmuşların, mutmainlerin değil.

Gerçekçi olmak gerekirse Tanrı'ya atfettikleri her şey aslında ulaşmak için yanıp tutuştukları şey oldu. Aşk isteyen bir umut Tanrı'ya yöneldi, adalet arayan, güç arayan, aş ekmek arayan. Daha abuk şeyler de aradılar Tanrı’da, hiç sahip olmadıkları onur mesela, içlerinde zerresi olmayan sevgi… Kurumuş gözyaşları ile çizik çizik yanaklarını ovarak anlam aradılar mesela, bir son umudu aradılar Tanrı’da.

Günün sonunda mahiyet olarak iki tür Tanrı anlayışı kalır orta yerde; birincisi insanın sınırlı tahayyül ve tasarım kabiliyetinin kurguladığı, bir anlamda yarattığı totem Tanrı; ikincisi insanı yaratan, kavranması ve kapsanması insan ufkunu aşan ve mutlak anlamda tek olan Tanrı.

Birincilerden ses seda yoktur insanın canhıraş feryadına, umarsız kurgulardan, insanın kuruntularından ibarettir onlar. Ama Allah, neredeyse bütün varlığı ile insana dikkat kesilmiş, çağları aşan bir hasretle bekler gibidir; ‘Sen yürü ben koşarım sana doğru’ der. İnsana kuruntuların peşinde ömür çürütmek yaraşmaz, kurguların kulu kölesi olmak alçalmaktan başka bir yere çekmez insanı, nitekim iki yön tayin edilmiştir, ‘yüceler yücesi, aşağının en aşağısı.’

‘Zannın üzereyim’

Ama bu kadar arayışa, emeğe, din ve Tanrı adına kurulan onca muazzam yapıya, katedrale, camiye, sinagog ve adını buraya saymaya ömür yetmez kuruma, kurala, adete, ibadet ve duaya rağmen insan yine de Tanrı’ya karşı haksızdır. Hatta nankördür insan Tanrı’ya karşı.

Ama bu haksız olma durumu öte yandan Tanrı’nın insana en büyük armağanı, Tanrı’nın insanoğluna bahşettiği onca şeyin, var olma imkanının, sayıp dökmesi ömre sığmaz nimetinin yanında, Andromeda galaksisindeki Yaratılış Sütunları gibidir, devasadır, akıl erdirilemeyecek boyuttadır. Çünkü bu haksız olma durumudur insana birazcık acı tattıracak olan, insanı iyi olmaya doğru hareket ettirecek olan bu haksız olma durumudur, insanın vicdan ve adalet üzre ısrarını canlı tutacak tek gerçek değerdir bu haksız olma durumu. Evet insan Tanrı’ya karşı hep haksızdır.

Tanrı bunu buyururken insanı aşağılamıyor, suçlamıyor, tersine bir durum betimliyor, yüceltiyor insanı, muhatap olma, temas imkânı tanıyor, hem de ne imkân, kendisini tanımlama imkânı tanıyor insana, ‘Zannın üzereyim’ diyor.

Ama Tanrı ile insan arasında olan biten şey gerçekten mahrem, gerçekten sarsıcı bir iştir, olmalıdır. Din elbette bir yanı ile sosyal bir kurum, insanın bir arada yaşama serüveninin olmazsa olmaz temel kurumlarından. Elbette bir yanı ile sosyolojik ve siyasete tekabül eden de bir yönü var dinin. Bireyin ahlaki ve ruhi gelişim ve olgunluğu için değerli bir süreçtir din. Tanrı’ya akıl içinde kalarak, toplumsalı örselemeden varabilmenin makul bir yoludur ama Tanrı ile temas tamamen bireysel bir çaba, kişioğlunun içinde esip duran bazen serin bir bahar meltemi, bazen kırıp döken sert bir fırtına. Din buna makul bir çerçevedir ve hiç şüphesiz çok yanı ile kültürdür. Ama inanmak, cesaretle, cüretle insani kapasiteye dair ciddi bir zorlama işidir.

Bilinç mimarisi olarak oruç

Bir kültür olarak İslam coğrafyasında câri olan yaşam biçimini aşan, temel olarak insanlığa tavsiye edilen, nezaketle önerilen, aslında insan olmaklığın zorunlu şartı olarak vazedilen, gündelik hayatın tümüne, her anına şamil bir mimari olarak iman, şüphesiz zaman ve mekanla kayıtlı kültürel süreçlerin tamamından üstte, insana dair Tanrı’nın muhteşem, ışıl ışıl bir teması, bir ütopyasıdır bir anlamda. Mübarek Ramazan ayındayız. Oruç ayındayız. Allah’ın göklerden yere ağdığı, yerin göğün merhamet ve rahmetle yunduğu bir zaman aralığında.

Gök kapıları açılır

Oruç başlı başına bir bilinç mimarisidir. Önceliklerin sıraya konduğu, süslenip bezendiği bir mimari. İnsan için muazzam bir yüzleşme, hem de yaşamın hay u huyu içinde kısa anlarla insanı dürten rahatsız edici vicdani dokunuşlar değil, bilinçli, tercihli, yoğunlaştırılmış ve zamana yayılmış bir yüzleşme.

İnsanın Tanrı’ya haksızlığını itiraf edip yüceldiği bir kutlu armağandır oruç.

Dersin ki; “Bağışla beni, sokakta aç mülteciyi gördüm, çevirip yüzümü gittim haksızım, yoksula şahit oldum ama basmadım frene, haksızım, ışıl ışıl saçlarını çocuğumun okşadım gönençle ama yetimi anımsamadım, haksızım”.

Sayıp dökün siz de bakın ne kadar haksızız Tanrı’ya karşı. Alemde olan biten her şeyde parmağı var insanın, her zulümde, her itilip kakılmada, ağlatılan her çocuğun göz yaşında parmağı var, yakılan ormanda, inleyen mahkûmda, kirletilen suda ve her şeyde. Hac esnasında sinek veya karınca ezmek haramdır, bitki yolmak, hatta yanaktaki tüyü yolmak bile haramdır, insanın pür iyi olması, Tanrı’nın muradı bu. İşte oruç Tanrı ile temas edip bu haksızlık durumunu itiraf etmenin insanı yücelteceği makamlara giden bütün gök kapılarının sonuna kadar açıldığı kutsal zaman aralığıdır.

Oruçla hayat yavaşlar, yavaşlar zamanın ritmi, dikkat dışarıdan sıyrılır, gözler içe odaklanır, süreğen bir muhasebeye döner zaman, sürekli olarak yüz yüze olma fırsatı bahşeder Tanrı. Oruç bir bilinçtir, yetimi okşayan eldir oruç, fukaraya seni eşitleyen bir sihir, insanla göz hizasına geldiğin kibirde sert bir irtifa kaybıdır. Dünyada inleyen, acı çeken her insan tekine dokunma ayrıcalığıdır oruç. Bırak seni tepelesin oruç, bırak ayak altı eylesin biraz.

Oruç kibirle kirlenmiş kalbi birazcık acı, birazcık pişmanlık ve tövbe, birazcık gözyaşı ile incitmek imkanıdır.

Çünkü Tanrı kırık kalplerdedir.

tanrının işleri

                     


                       Tanrı'nın İşleri


       


“Katolik doğmak ölü doğmak demektir.”
Thomas More (*)

Thomas More ünlü Ütopya’sında böyle der. Kast ettiği kilisenin başına kimin geleceği dahil, hayatın her bir detayının belirlendiği, kilisenin ve tanrısının olabilecek her şeyi öngördüğü, insanın da öngörülen olduğu... Böyle şeyler düşündüğü, yazdığı ve söylediği için 8. Henry tarafından hain olarak suçlanıp idam edildi. Gerçi ölümünden epey sonra Kilise kendisini Aziz, hatta Anglikan Kilisesi ondan da önce Şehit ve Aziz ilan ettiler, ama bu More’un ifade ettiği gerçeği değiştirmez: Katolik doğmak ölü doğmak demektir. 

More’un tespitinin temel bağlamının siyaset olduğunun farkındayım, ama siyasete çıkmayan bir bağlam mı var, çünkü tamamen öngörülen bir varlık olarak insan tasavvuru, gerçekten de insana ve onu yaratan Tanrı’ya ciddi taarruzlar içeriyor. Köleci, sınıfsal, kasta dayalı toplum anlayış ve yapısının temelinde de öngörülmüş insan tasavvuru yatmaktadır ve hiç şüphesiz arkasında iktidara dair, ekonomi politiğe dair süreç yönetimi. 

Son tahlilde Katolik’in tasavvur edebildiği Tanrı en fazla, biraz adil ve merhametli, biraz irice bir 8. Henry, tebaa da biraz daha ezik bir kulcağızdır. Böylece Kilisenin tanrısı, aslında onun yeryüzündeki mücessem hali ile Kral ve her şeyi ile öngörülmüş tebaası. Oysa bütün dinler tarihi bunun aksini söyler. Bütün peygamberler bu rezil dayatmaya bir itiraz ile çıkmışlardır. 


Roma’nın daha sonra kanatları altına alıp uysallaştırdığı, bin bir suratla tanınmaz hale getirdiği İsa mesajı, çok sağlam bir itirazdı. Kudüs’te kurdukları bölgesel para ve trampa sistemi ile mazlum Musevi halkının kanını uyduruk tanrıları adına emen Yahudi bankerlik sistemine ve her gün yeni vergilerle, zulümlerle hayatı yaşanmaz hale getiren işgalci Roma yönetimine karşı ciddi bir itirazdı. İsa’nın ve diğer peygamberlerin bu itirazı sadece siyasete hamledilemez elbet, o itiraz bu rezil siyasayı doğuran, meşrulaştıran ontolojik tanıma, dayatılan uyduruk tanrıya ve bu uyduruk tanrı ile meşrulaştırılan düşkün, insana yakışmayan yaşama idi.


Bu uzun girizgahı son günlerde bütün dünyayı sarsmakta olan, birçok önemli aydın tarafından muazzam değişimlere yol açacağı öngörülen küresel koronavirüs salgınına dair birkaç kelam etmek için yazdım.


Öngörülmüş insan


Yüzyılları aşan kolonyalist ve sömürgeci geçmişi ile kapitalizm, uzun tarihinde belki de ilk kez bireyin tüketiciliğine bu kadar bel bağlar hale düştü. Düştü diyorum çünkü koca koca kapitalistler adeta kaderlerini bireyin tüketimine terk etmiş durumdalar. Oysa tarihte kapitalist, bir sömürü çarkının tepesinde oturur, büyük oranda emek sömürüsü ile toplar ve bir parçası da olduğu iktidar çarkları içinde korunaklı pozisyonunu sürdürür. Aşağıdan yukarıya sömürü çarkı böyle bir şeydi. Bu hali ile Katolik Kilise ve tanrısı ve tabii öngörülmüş birey/tebaa bu çarkın temel ontolojisini oluşturur. Fransız Devrimi bir bakıma bu öngörülmüş insan olgusuna da bir itirazdır.


‘Sen muhteşemsin’


‘Tanrı’ demişti Nietzsche ‘bir düşüncedir, her doğruyu eğri kılan ve duranı sersemleten.’ Bunu manastırlara sığınan, pagodalarda kaybolan sofiler için söylemişti ve haksız da değildi, çünkü onları görünür yaşamdan, üretimden kopararak, iradeden ve talepten kopararak tanrı tarafından bütün detayları ile öngörülmüş bir kaybolmaya davet ediyordu. Ancak günün sonunda Nietzsche’nin öldürdüğü tanrı bir başka kılıkta kendini muazzam şekilde simulakre etmeyi başardı. Evet özgür birey, uyduruk tanrılardan kurtulmuş, geri ahlaki bağlardan azat olmuş, öngörülemez özgür birey bir şafak gibi doğmuştu evrene. Hayat muazzam mutlu, gelecek heyecan verici görünüyordu. 


İşte demokrasinin üzerine oturduğu temel, bu özgür birey fikridir. More’un yıkmaya çalıştığı düzen yıkılmış ve nihayet insan öngörülemez olmuştu. Öngörülemez yani bir kaderle sınırlanmamış. En azından milyonlarca okul, üniversite, giderek özgür bireyin biyolojik varlığı ile de bütünleşen ve kişiselleşen medya ile bize söylenen bu: İnsan artık tanrılar tarafından öngörülen basit, aciz, kader sahibi ve güdülebilir bir varlık değil. Her an bin tür vasıta ile her birimize propagandası yapılan budur: Sen muhteşemsin, harikasın, yücesin, dokunulmazsın vs.


Günün sonunda beş para etmez hamburgeri masasına zamanında gelmediği için zıvanadan çıkan, en basit ve manasız hazları kısacık ertelendiği için dünyayı yakmaya hazır, çok hümanist, çok hayvan sever, çok cinsiyetli, çok şımarık ve tabii çok özgür birey var karşımızda.


Siyaset mekanizması için oyu çok önemli bu hedonist yaratığın bir dediği iki edilemez. Ve nihayet siyaset de bu hedonist bireyin şaklabanı olarak sistemi çeviren mekanizmaya dönüşmüştür. Sonrasında olanlar malum; bu sözde özgür birey ve onun sınırsız sömürülmesi üzerine kurulu saçmalığı meşrulaştırmak için olmayan paraları harcatıp olmayan ekonomiler icat ettiler. Balon ve sanal ekonomiler, fiktif ve tutarsız ahlak ve kurallar, haz odaklı ve insanı sürekli aşağılayan, hırpalayan yeni ve dayatma cinsiyet tanımlamaları vs. Günün sonunda aslında birbirine feci mahkûm, kıymeti kendinden menkul, şımarık iktidarlar ile doyumsuz ve ahlaksız bireyler arasında simbiyotik bir ilişki doğdu, böylece devlet bir süre sonra her şeyi bilen, her şeye muktedir bir tanrıya dönüştü şımarık bireyin gözünde. 


O birey artık domatesin nereden geldiğini bilmeyen, ekmeğin neden yapıldığını, suyun nerelerden akıp eve ulaştığını, evinin ısıtıldığı gazın nereden çıktığını, hatta evin nasıl ısındığını bile bilmeyen bir tüketici haline geldi. Tanrı var, Katolik Kilisesinin tanrısı gibi değil kabul, ama modern devlet de bu özgür bireyin karşısında klasik anlamda tapınmasa da evet kadiri mutlak bir tanrıdır artık.


Tanrıyı iri ve bazen komik derecede kötücül, kızgın, bazen merhametli, ağlak irice bir kral olarak tanımlama hastalığı Hıristiyanlarda değil sadece, neredeyse bir aile tanrısı olarak Yahudilerde de vardır. Hatta bu saçmalıklardan olabildiğince korunmuş İslam inanç sistemine bile sızmıştır. ‘Ben kulumun zannı üzereyim’ ifadesindeki sarsıcı kişiselliği getirip irice bir krala indirgemek olsa olsa ekopolitik bir teolojidir. 


Din adamlarının hemen dünyanın her yerinde bu salgını tanrının bir cezalandırması olarak yorumlaması da aslında tersten, yani modern devlet tanrısının karşısında biraz aciz kalmış, kızgın bir orta çağ tanrısının pek adalet de içermeyen bir öç alma girişimi gibi duruyor. Ve doğrusu bütün bu komik tanrılar adına yargılayan, buyuran din adamları ve takipçilerinin sergilediği sefalet, modern özgür bireyle birlikte yazık ki insanı aşağılayan, insanı içerikten, ahlaktan, uyumdan ve gerçekleşmekten uzaklaştıran, doğayı ve insanı süreğen bir biçimde tanrıdan her gün biraz daha uzaklaştıran bir süreçtir.


Hastalıklı tüketici


Hayır, Tanrı’yı bilmiyoruz, hatta Tanrı’dan özenle kaçıyoruz. Çünkü Tanrı’yı biliyor olmak hepimizi zorunlu bir yüzleşmeye, zorunlu bir şeffaflığa, zorunlu bir uyuma götürecektir. Tanrı’yı tanımak her birimizi sınırsız hazlarının peşinde, tatmin edilmesi imkânsız hırslar ve taleplerle malül, hastalıklı birer tüketici olmaktan kurtaracaktır. Hep daha az ile yetinen, bunu yüksek bir bilinçle tercih eden, irade ve karar sahibi gerçekten özgür bireyler haline getirecektir Tanrıyı tanımak. 


Katolik kilisesinin kraldan bozma, biraz baba, biraz tanrı uydurmasından kurtulmak isterken insanlık daha beterine, hiç doymayan, doğayı, insanı, insan emeğini sınırsızca sömüren, yok eden, adeta dünyayı insan çöplüğüne çeviren modern zaman tanrılarının gazabına tutulmuş durumdadır. Sözde kaderden, tanrının öngörülmüş kulları olmaktan kurtarıp özgür birey haline getirilen ve bu rezil aşağılamanın hem öznesi hem de nesnesi kılınan insan.


Şimdi korona virüsü, bu özgür bireyin suratını korku, hastalık, ölüm, belirsiz bir gelecek olarak tokatlıyor, devletlerin suratına acizlik, güçsüzlük, zayıflık olarak çarpıyor. Yaşlı bakım evlerinde devletlere emanet on binlerce yaşlı insan kimsiz, kimsesiz, feryatsız, zalimce ölüme terk ediliyor, hastanelerimiz hiçbir şeye yetmiyor, daha düne kadar gen teknolojileri ve ufuk açan bilimsel gelişmelerle neredeyse insanı yeniden yaratacak kadar ciddi iddia sahibi bilim adamlarımızın virüse dair korku dolu ve belirsiz ifadeleri, evet bütün bunlar hiç şüphesiz insanı çok sarsıyor. Korona virüsü en çok bu modern devlet/özgür birey ilişkisini hırpalıyor, bu derin aşağılanmayı, bu doğal ve güç yetirilmez horlanmayı anlamlandıramıyor özgür insan.


Tarihteki önemli kavşaklar, büyük dönüşümler, o kavşakta yaşayanlarca hemen his bile edilmemiştir. Efendimizin (sav) ilahi mesajı insana seslediği küçücük kasaba Mekke sakinleri misal gelenin ne olduğunu gerçekten kavrayamadılar. Elli yıl sonra dünyanın üçte birinde her anlamda hakimiyet kurup tarihi ve insanı esaslı biçimde değiştiren mesajın etkisi ancak geriden bakılınca anlaşılıyor. Şimdi de böyle olacak, sarsıcı şeyler olmayacak, ama yavaş yavaş, baharın yazdan ayrılması gibi kendiliğinden, sessizce ciddi değişimler olacak evet.


Mazlumların sahibi Allah


Allah mazlumların sahibidir, kimsesizlerin, sesi kısıkların sesidir Allah. Gözlerimizin önünde milyonlarcası katledilen çocuk ve kadınların geceye gümleyen feryadını biz işitmesek de işiten bir Tanrı var. Ve Tanrının işleri işte böyledir, kimseye kastı yoktur ama değiştireceği şeyi değiştirecektir, tıpkı geceyi gündüz kılması gibi, baharı yaz kılması gibi, genci yaşlı kılması gibi. Bütün bunlarda mucize arayanlar elleri boş döneceklerdir ama bütün bunlar mucizenin ta kendisi değil midir? Ben burada Hintlilerin değerden yoksun rölativitelerini önerecek değilim, ya da kurtulmuş insan egosuna sahip Yahudi üstenciliğini, Hıristiyanların çoğunun el etek çektikleri acınası çileciliklerini, ya da İslam adına aleme nizam verme iddiasının kibirli mensuplarını övecek de değilim.


Sadece bir yüzleşme önerebilirim.


Kendimizle bir yüzleşme, Tanrı ile bir yüzleşme.


O zaman daha yavaşlatılmış bir yaşam, daha küçük ve toprağa yakın şehirler, daha gerçekçi ve adil hükümet tarzları, daha makul kar ve büyüme hedefleri, daha az tüketim, daha az hırs. Güç sadece ve sadece zalimlerin ellerini kırmak, mazlumun üzerine çökmüş ağır gölgesini yok etmek için anlamlıdır.


Şimdi başkalarının sırtından geçinenler, dünyanın yüzde 80’i açlık sınırındayken onların sırtından semirenler, hayatı hep krem karamel yaşayanlar düşünsün. Çünkü Tanrının işleri böyledir ve öngörülmezdir. Tıpkı Özgür İnsan gibi. Göğsünde Allah’a dair içli ve samimi bir iman taşıyan, ahlak ve erdem ile kayıtlı insan gibi. Evet insan öngörülemez!


Ama bütün tüketiciler öngörülebilirdir.

(*) “Katolik doğmak ölü doğmak demektir.” Der Carl Gustav Jung, "Bu benim icadım değil Thomas More'undur"  Carl Gustav Jung, Nietzsche'nin Zerdüştü Üzerine Seminerler, Çevirmen Turgut Berkes, Alfa Yayınları