OMELAS'TAN ÇEKİP GİTMEK
وَاِذَا الْمَوْءُ۫دَةُ سُئِلَتْۙ
OMELAS'TAN ÇEKİP GİTMEK
İSLÂM ÜKELERİNİN BAŞINDA BULUNANLARA
ÇAĞRI
Sezai KARAKOÇ
Size sesleniyorum.
İslam ülkelerinin başında bulunan cumhurbaşkanları, başkanlar, krallar, size sesleniyorum.
Türkiye’nin, Mısır’ın, İran’ın, Suriye’nin, Ürdün’ün, Pakistan’ın, Tunus’un, Cezayir’in, Fas’ın ve diğer İslam ülkelerinin başında bulunanlar size sesleniyorum.
Bulunduğunuz yere nasıl geçmiş olursanız olun ister kaderin sevkiyle veya cilvesiyle, ister babadan dededen size geçen veraset hakkıyla ister alnınızın teriyle, ister hak ve hukukla, ister kuvvet zoruyla halkınızın yönetimini ele geçirmiş bulunun, size sesleniyorum ve diyorum ki, tarihin en kritik göreviyle, en ağır sorumluluğu ve ödeviyle karşı karşıyasınız. Bu görevi çoktan yerine getirmeniz lazımdı şimdiye kadar. Şimdi, hülûl etmiş vâdenin son deminin son demidir.
Bu görev nedir?
Bu görev, derhal bir araya gelip bir SAVUNMA ANLAŞMASI yapmanız ve bunu harfi harfine uygulamanızdır. Yani herhangi bir İslam ülkesine saldırı olursa, ona hep birden karşı koyma hususunda anlaşmak durumuyla karşı karşıyasınız.
Neden böyle bir anlaşmaya ihtiyaç vardır? Batı ülkeleri Körfez’in petrol bölgesini işgale başlamıştır da ondan. O işgal bitince hep birden Irak’a saldıracaklardır. Bunun için de bahane hazırdır. Bu bahaneyi, Irak, Kuveyt’i işgal etmekle bizzat kendisi vermiştir.
Irak’ın işi bittikten sonra, teker teker birer bahane ile sizin ülkeleriniz aynı batılı ülkelerin hava, deniz ve kara kuvvetlerinin saldırısına uğrayacaktır. Tıpkı Moğolların İslam ülkelerini zapt etmeleri gibi. O zaman, ülkenin biri alındığında, komşusu seyirci kalıyordu. Ama hemen ardından sıra kendisine geliyordu. Tıpkı Endülüs’teki parçalanmadan sonra olduğu gibi. Bir beylik, İspanyolların vahşi saldırısına uğradığında öbürleri hareketsiz ve cansız, kurbanlık koyun gibi sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.
Ülkelerinizi aynı duruma düşürmeyiniz, tarihten ibret alınız, ey başkanlar, cumhurbaşkanları, krallar!
Siz böyle bir anlaşma girişiminde bulunduğunuzda, batılı ülkeler engel olmaya kalkışırlarsa, işte o vakit, böyle bir anlaşmanın zarureti çok daha belirgin bir şekilde ortaya çıkar. Eğer onlar petrol bölgesinden sonra ülkelerimize saldıracaklarsa, bu savunma anlaşmasını yapmayıp ihmal etmemiz bize çok pahalıya mal olacaktır. Batılıların ülkelerimize saldırma niyetleri yoksa ve iddia ettikleri gibi Irak bize saldıracaksa, böyle bir savunma anlaşmasından işkillenmemeleri gerekir. Bu savunma anlaşmasında, kim saldırırsa onunla savaşılacağı zikredileceğine göre, bundan gocunacak olanın niyeti kötü demektir. Kötü niyetli değillerse, böyle, bir savunmaya yönelik anlaşmayı desteklememeleri için bir sebep olmamalıdır.
Ey krallar, hükümdarlar, başkanlar, cumhurbaşkanları! Saniyelerin kıymetli anlarını yaşıyoruz. Vakit kaybetmeyiniz, bir araya geliniz, İslam ülkelerinin sigortası gibi, kutlu savunma anlaşmasını derhal imzalayınız.
Bunu yapmadığınız takdirde, talihsiz halkların çocukları, kıyamete kadar, tarihle birlikte bu ihmalinizi elbet hayırla yad etmeyeceklerdir.
Otuz senedir yazıyorum. Tüm eserlerimde Batı’nın bir gün gelip petrol bölgesini işgal edeceğini, sonra teker teker öbür ülkeleri istilaya girişeceğini açık ve seçik bir şekilde yüzlerce kez yazdım. Bugün ne yazık ki, bu öngörüm tahakkuk etmeye başladı. Keşke yanılsaydım. Keşke yalancı çıksaydım!
Kuveyt’in işgalinin ardından yaptığım yorum bugün, yani dört ay sonra, gazete manşetlerine geçti. Şimdi de yakın gelecek için sizi uyarıyorum; harekete geçin, protokolü bir kenara itin -Protokol, bir şekil, bir usul meselesidir ve esas içindir-. Protokol, esasa engel olmamalıdır. Engel olursa zararlı olmuş demektir, onu çiğnemek gerekir. Evet, protokollerin, diplomatik geleneklerin mahkûmu olmayınız, hâkimi olunuz. Çünkü, bütün bunlar, halkların güveni içindir, yoksa o güveni sarsma pahasına muhafazası gerekli kurallar değildirler. Diplomatik kurallar, evrensel insan hakları ilkeleri değildir. Özgür yaşamak isteyen halkların başları olarak sizler, tüm kuralları bu açıdan görmeye ve değerlendirmeye mecbursunuz.
Kuveyt’ten çekilirse Irak’ı da savunma birliğine alınız. Çünkü: batılılar ne yapıp yapıp sizlerle Irak’ı çarpıştırmak istiyor.
Hiçbir çağrı, hiçbir yazı, hiçbir mektup benim size yönettiğim bu çağrıdan daha açık yazılamaz.
Ben hatırlatma görevimi yerine getiriyorum. Eğer mümkün olsa ve bir etkisi bulunsa, her birinizi ziyaret edip bu anlaşma için sizi ikna etmek isterdim.
Fakat, heyhat ki, o güç ve imkânda değilim. Ancak, buradan seslenebilirim. Ve işte sesleniyorum.
Vakit kaybetmeden, İslam Birliği Sekretaryasını, gerçek, etkin, askeri, ekonomik ve kültürel bir Birliğe çeviriniz. En azından bir Savunma Paktı haline getiriniz.
Bunu yapmanız için kendi kendinizi aşmanız gerekiyorsa, aşınız, bir kerecik olsun aşınız; Allah için, din için, yurt ve milletimiz için kendinizi aşınız. Çünkü: biliniz ki, kim ne derse desin, Batılılarca ne kadar bölünmüş olursa olsun, yurt ve milletimiz, aslında birdir. Bu millet, yekpare bir millettir, bu yurt yekpare bir yurttur. Geçmişte böyleydi, gelecekte de böyle olacaktır. Bugünkü durum geçicidir, arızî bir fetret döneminden başka bir şey değildir.
Her şeyi unutmuş olamazsınız. Rüyalarınızı kurcalayınız, belki benim çığlığımın bir zerresini olsun orada bulacaksınız.
Çocukluğunuzu hatırlayınız. Dedenizin, babanızın, annenizin, bu ülke gerçek düşünür ve şairlerinin, er ve erenlerinin size vasiyetlerini hatırlamıyor musunuz?
Bulunduğunuz mevkilerde ebedi kalacağınızı mı sanıyorsunuz?
Dost acı söyler. Biliniz ki, tarihin bu en korkunç anında gerekeni yerine getirmezseniz, fırtınaların en şiddetlisiyle bulunduğunuz zirvelerden yokluğun uçurumuna savrulup gideceksiniz.
Kulağınızı, bastığınız toprağa yapıştırınız. Yerin altındaki ölüler, sizden bu masum milleti ve yurdu korumanız için milyonlarca ağızdan sesleniyorlar.
Dağlardan, tepelerden, gönüllerden yükselen sesi işitiniz. Gece ve gündüz demeyiniz, gece yarısı da olsa toplanıp anlaşınız.
Camilerden, kubbelerden, yazma eserlerin sayfalarından, tüm yurt ve tarih çizgilerinden yükselen sesi işitmek için bir kerecik olsun kendinizi aşınız.
Gençliğinizde gelip sizi yoklayan idealleri düşününüz. Etrafınızda uçuşan, nice genci yakıp kavuran idealleri hatırlayınız.
Birinci Dünya Savaşında, dinleri, milletleri, yurtları, dinimiz, milletimiz, yurdumuz (ki bunlar birbirine perçinlenmiş kutlu değerlerimizdir, birbirlerinden ayrılmazlar) uğruna canlarını veren, kanlarını kara toprağın içtiği, çöllerde ve gurbetlerde kalmış şehitleri hatırlayınız. Dökülen kanları ve gözyaşlarını hatırlayınız. Annelerin döktüğü gözyaşlarını hatırlayınız.
Birliğin bozulmasının üzerinden yüzyıla yakın bir zaman geçti. Ülkelerimizin kârı ne oldu? Bir parça geriye dönüp baksanız, bir savunma birliği kurmayı, bir hayat memat meselesi olarak görürsünüz.
Gözünüze Batılıların çektiği perdeyi yırtıp atmak için bir kerecik olsun kendinizi aşınız ey başkanlar, cumhurbaşkanları, krallar!
Şeyhlerin, emirlerin artık gözüken akıbetinden ibret alınız. Çağ, sizi hesaba çekmeden siz çağın hesabını yapınız.
Size, bir milyar Müslüman’ın gönlüne tercüman olduğuma yürekten inanarak sesleniyorum. Vaktin kalmadığını, mukadder anın yaklaştığını haber veriyorum.
Kimileri sizin şimdiye kadarki tutumunuzla bu çağrıya layık olmadığınızı söyleyeceklerdir. Öyle de olsa, şimdi iktidarda olduğunuzdan sizi uyarmak bir görevdir. Siz bu görevi yapmazsanız, elbet, büyük devrim olacak ve görev yapacaklar gelecektir.
Sizi uyarıyorum, şahıslarınızla ve şahıslarınız dışında tüm İslam dünyasını, büyük İslam milletini uyarıyorum.
Büyük uyanış ve diriliş sûrunu üflüyorum.
Bu kulakları patlatacak sesi işitmeyeceklere ne yazık!
Son anda da olsa uyanıp dirilecek olanlara muştular olsun.
Mustafa Karahasanoğlu ile 2000 yılında tanıştım.
Anadolu’dan, Kemaliye’den İstanbul’a 50’li yıllarda göçmüş bir ailenin çocuğu idi. Türkiye’nin zor yıllarını yaşamış, İstanbul’un iyi semtlerinde okumuş, tabir caizse sosyetesini de tanımış, bu yaşanmışlığın özgüveni ile inançlarına daha samimi, daha sıkı sarılmış bir mühendisti.
28 şubattın memleketin üzerinden bir silindir gibi geçtiği yıllardı. Mustafa Karahasanoğlu’nun kurduğu, o zamanki adı ile Vakit gazetesi, 28 Şubat cuntasının karşısındaki en gür sesti. Her manşeti ile ezilen, okullarından atılan kızların, göz altına alınan Müslümanların adeta çığlığı olan gazete defalarca takibata uğradı, basıldı, tarandı, kapatıldı ama tavır ve tarzından hiç taviz vermedi. Her kapandığında yeni bir isimle, yeni bir kadro ile yoluna devam etti.
Samimi ve kararlı bir Müslümandı. Kendisini tanıdığımda 50’li yaşların başlarında idi. Sakalları ve saçları ağarmıştı, üzerinde biraz ayrıksı duran, sanki işin icabı giyilmiş bir takım elbise vardı. Randevu alarak gitmiştim. Gazetenin ana giriş kapısındaki güvenlikçi kime geldiğimi sordu, bulunduğu kata kendim çıktım, odasından içeri girdiğimde, daha o hafta içinde ziyaret ettiğim merkez medyanın önemli üç gazetesinin satış müdürlerinin odasından daha şatafatlı bir oda bekliyordum, ne de olsa bir gazete patronunun makam odasına giriyordum. Ama öyle değildi, orta halli bir müdür odası kadardı, biraz genişçe ama döşeme ve teşrifat oldukça sıradandı. Masasından kalktı, yüzünde insanın içine işleyen bir gülümseme vardı. Yer gösterdi ve geçip karşıma oturdu.
Kendisi ile ilk kez görüşüyordum ama habercilik geçmişimden şifahen biliyordum Mustafa abiyi. Yeni Şafak’ın kuruluş yıllarındaki muhabirlikten sonra fiili muhabirliği bırakmıştım, küçük çaplı bir ticaret işi yapıyordum. Vakit gazetesinde de birçok arkadaşım muhabirlik yapıyordu o yıllar. Kuran kurslarının kapatıldığı, merdiven altında elifba öğreten hocaların takibata uğradığı bir süreçti. Kendisine elektronik bir promosyon ürününden bahsettim. Büyük bir dikkatle dinledi. Bana nasıl bir şey olacağını detaylıca anlatmamı istedi. Bir kalem kâğıt alarak kabaca çizdim. O yılarda Vakit’in tirajını ciddi oranda yükselten Sesli Elifba idi üzerinde konuştuğumuz. Bana bir fiyat çıkarmamı ve bir numune getirmemi söyledi. Bunun sadece bir fikir olduğunu, henüz böyle bir ürün üretmediğimi, maliyetini de çok kabaca hesaplayabildiğimi ancak imkân verilirse hızla üretebileceğimi söyledim. Uzunca bakıştık, insanın içine işleyen tebessümü hiç bitmedi, sonra masasına geçti. Kasasından bir miktar para alarak yanıma geldi. 10.000 Amerikan doları idi. ‘Bunu al, git bana bir numune yap getir’ dedi. Şok oldum. Alamayacağımı söyledim ama doğrusu başka da bir imkânım yoktu. ‘Sana güveniyorum’ dedi. Sonra da mesele kapandı. Sesli Elifba’yı yaptık, tam sözleştiğimiz gibi zamanında teslim ettik, ikimiz de oldukça memnun bir şekilde ayrıldık. O yıllardan sonra ara sıra telefonla, birkaç kez ziyaret ederek görüştük.
Siyasi olarak ve habercilik olarak Akit gazetesinin son yıllardaki tavrını ve tarzını beğenmeyebilirsiniz, ama ben bu anıyı gençlerimizin dikkatini bir mevzuya çekmek için anlatıyorum; Mustafa Karahasanoğlu bir gazeteci olmaktan evvel bir Müslümandı, değerlerine sıkı sıkıya bağlı bir Anadolu çocuğu idi, içinde büyüdüğü İstanbul sosyetesine karşı hiçbir kompleks duymadı, inanç ve ideallerini yaşarken ve savunurken hiç eziklik hissetmedi, tersine oldukça göz hizasında durarak cesurca bir kavga verdi. Ama daha önemlisi, bugün medyada boy gösteren birçok gazetecinin hayatına değmiş bir meslek büyüğümüz olarak, gençlere duyduğu güveni, gösterdiği dayanışmayı ve desteği ifade etmesi bakımından bu anının değerli olduğunu düşünüyorum. Her mevzuda çıkarı merkeze alarak kılı kırk yaran hesaplar yapan veya tersine flu idealler çizerek bu sisin içinde garip gurebadan sonsuz fedakarlıklar isteyenlerden değildi Mustafa abi. Ticaretin gerçek, katı dünyası ile idealin flu-sisli dünyası arasında gerçekçi bir denge kurabilmiş hasbi bir Anadolulu Müslümandı. Allah rahmet eylesin, mekânı cennet makamı âli olsun.
Mustafa Ekici
14 Ağustos 2022
"Uzun uzun kulak kabarttılar, evet bir sesler geliyordu, ama bekledikleri taraftan değil, tam aksi istikametten geliyordu. Bir süre sonra sesler yine kesildi, tekrar duyduklarında bu sefer başka bir yönden geldi, tipi ve rüzgarın uğultusu ile karışık ses zaman zaman net şekilde duyuluyordu."
Yazın hemen sonundan itibaren başladı telaş. Evlad-û ıyâldan da önce ahıra koyduğu 43 baş davarı, 300 koyunu, iki atı, tavukları, köpekleri, kedileri ile devasa bir yekûn tutan hayvanın 5 ay boyunca yiyeceği samanı, otu, arpayı düşünüyordu. Erkeği, kadını çocuğu ile 32 baş insanı, her akşam kapıya dayanacak bir o kadar misafiri, hastayı, yaşlıyı, çocuğu düşünüyordu. Bu kocaman eve kara kışın getireceği soğukta yetecek odunu, çalıyı. Unu, şekeri, yağı, peyniri...
Bahar ve yaz neredeyse tamamen kışa yapılacak hazırlıklarla geçti. Dağ dağ saman, ot balyaları, yoncalar ve diğer yemlikler, haftalarca samanlığa taşındı, daha sığsın diye tavana en yakın yerlere, büyüklerin artık giremediği darlıktaki noktalara çocuklar itelendi, saman tepelendi, bastırıldı, en ufuk boşluk kalmamacasına sıkıştırıldı, yine de içinde bir ukde kaldı. Mart'a yetişecek mi acaba?
İlk karlar düştüğünde artık yapılacak tek şey evdeki her malzeme için, özellikle de hayvan alafı için sıkı bir disiplin ve denetim uygulamaktı.
‘Meho’ diye bağırdı aşağıda koyunun tahtadan yemliklerine serdiği samanın üzerine bir parmaktan da az, yeşilliği belli belirsiz yoncayı sermekte olan Mehmed'e, Salih'e ve Asiye'ye. ‘Bu gidişle evimi yıkacaksınız, nereden bu bolluk evlad, daha 5 ay var.’
Sesinde öfkeden çok endişe vardı, yeni süpürülmüş, yer yer donuk toprakları görülen damın üzerinden gergin bir yüz ifadesi ile aşağıdaki telaşı izliyor, bir yandan da tabakasından bir sigara sarmaya çalışıyordu. Odun işi tamam değildi henüz, iki oğlu ve yeğenleri günlerdir zaten pek bir şeye benzemeyen meşe ocaklarından, çalı, çırpı, çilo, kök ne bulsalar katır ve eşeklerle taşıyorlardı, ama henüz odunluğun yarısı bile dolmamıştı ki geçen yılın nispeten hafif kışında tepeleme doldurdukları odunluk daha şubatın 15’inde tükenmişti. Çoluk çocuk neyse de kapıya gelen tanrı misafirine, ziyarete gelecek eşe dosta mahcubiyet daha şimdiden aklını alıyordu. Seferan'a geçen yaz gelin giden kızı geldi aklına.
Yaz sonunda iki günlüğüne uğramış sonra da hastalanan kayınpederi Şevket’in haber salması ile erkenden geri dönmüşlerdi. Damat iyiydi, temiz çocuktu, lakin bu baba evinden erken çağrılma hadisesi huzurunu kaçırmıştı. Hayırlısı ile bu odun yakacak işleri de biterse, kış çok bastırmadan bir on gün gelsinler diye haber edecekti.
Damın üstünden bir sağa bir sola gidip geliyor, sigarasını tüttürerek aşağıda davarı yemleyen çocuklara bağırıyor, çocukların sinirden sallanan başlarına, devrilen gözlerine aldırmaksızın talimatlar yağdırıyordu. Günler çabuk geçti, Aralık ayının son günlerinde kar bir metreyi aşmış, davarı dışarı yemlemeye çıkarmak, suvarmak artık iyiden iyiye yorucu hale gelmişti.
Ev sabah erkenden kalkıyor, hızla geçiştirilen kahvaltıdan sonra ahırlara koşuluyor, davarlar tek tek yemleniyor, atlar açık havaya çıkarılıyor, koyunlar yemliğe çekiliyor, sulanıyor, günde iki defa tekrar edilen rutin ve telaşlı işler ev halkını canından bezdiriyordu.
Sabah yemlemesinden sonra davar tekrar ahırlara alındı. Biraz soluklanmak için çocuklar, gençler, kadınlar yukarı odaya toplaştılar. Harıl harıl yanan ocağın başına üşüştüler, donmuş ellerini ısıtmaya, bir yandan da çıkarılan peynir ekmek ile yarım kalan kahvaltıya oturdular. Herkesin yüzünde işi şimdilik tamamlamış olmanın huzuru vardı.
Birazdan upuzun boyu ve ürkütücü ciddiyeti ile başını biraz eğerek basık kapıdan içeri girdi. Bütün ev ahalisi ayağa kalktı, 'oturun' diye işaret etti, yaşlı annesinin yanına çömeldi, her zaman yaptığı gibi ellerini öptü -günde on kez de girip çıksa bu seremoniyi asla ihmal etmezdi, yanında uslu bir çocuğa dönen bu ürkünç adamın başını bir kedinin başını okşar gibi okşadı yaşlı kadın.-
Bir iki lokma bir şeyler yedi, sonra dikkatlice oğlu Mehmed'i süzdü. Herkes bu bakışın ardından yeni bir talimatın geleceğini biliyordu.
‘Meho, yarın atlardan birini al, Seferan'a git, ablanı al gel, bir süre kalsın burada!’
Herkesin içi ısındı adeta, herkes bu haberi bekliyordu. Mehmed'in yüzüne geniş bir tebessüm yayıldı, ama hızla ciddi haline geri döndü.
Çıkarken de arkadan tembihledi;
‘Yeni eyeri al, kırmızı olanı!
Evde tatlı bir telaş başladı, hızla hazırlıklar yapıldı, torbalar, turikler dolduruldu, un helvası kavruldu, armağanlar hazırlandı ve Mehmed ertesi gün erkenden yola çıktı. Sıkıca giyinmiş, tüfeğini sırtına asmıştı, bir metreyi aşmış karları yara yara, atını arkasından çekerek uzaklaştı.
Damın üzerinden uzun uzun, ta gözden yitinceye kadar baktı oğlunun ardından. Hava açık ve soğuktu, karlar tozuk, rüzgar sertti. Yarım günden biraz fazla bir mesafedeydi Seferan; içinden dua etti, sağ salim gidip gelsin diye yakardı. Kızının bir içim su olan gözlerini hatırladı, içi titredi, gözleri doldu sebepsiz, mutluluk mu hasret mi ayıramadı. Sigarasından derin bir nefes alıp ahıra yöneldi.
Ertesi gün sabah telaşı bitti. Sert bir tipi çıkmış, insanın kanını donduran, içini ısıran bir soğuk gelmişti tipi ile beraber. Bir süre damada durup köye gelen yolun son noktasına dikti gözlerini, ama nafile, tipiden bırak tepeyi görmeyi, köyün hemen çıkışında ki Ömergiller'in ahırı bile seçilemiyordu. Bir iki saat daha geçti, yüzünü gözünü sararak tekrar dama çıktı, ama göz gözü görmüyordu.
Bir süre gezindi durdu damda, evdeki herkesi derin bir endişe sarmıştı, kirpikleri, kaşları, bıyıkları buz ve kırağı ile görünmez oluncaya, elleri, ayakları morarıncaya kadar bekledi, ama nafile, ne gelen vardı ne giden. Davarı dışarı çıkarmak mümkün olmadı, akşam yemlemesini ahırda yaptılar, günde iki kez açık havaya çıkmaya alışkın hayvan huzursuzdu, evdeki her kes huzursuzdu.
Akşam ezanını okuyan Mella Vahdettin’in tipiye karışan sesi kesik kesik, bazen artarak bazen de çok uzaklardan, belli belirsiz bir şekilde geliyordu. Karanlık çöktü, ama gece beyazdı, tipi ve soğuk adeta havayı dondurmuş, hava katı parçacıklar şeklinde insanın etine batar olmuştu.
Yaşlı Kadın mırıl mırıl dualar okuyordu, Anne elinde Mushaf, gözleri dolu Kur'an okuyordu, ama ne Mushaf'ta ne de okuduklarındaydı aklı, çocuklar evin içinde dolaşmakta olan meşum duyguyu sezmiş, aşağıdan, ahırdan gelen tedirgin edici hayvan sesleri ile büyüklerin yerinde duramayan hallerinden iyice ürkerek her biri bir köşeye sinmişlerdi.
Birazdan, dışarda kalmış köpeği içeri almaya inmiş olan Asiye telaşla girdi içeri, ‘Sesler geliyor tepeden yana!’ diye bağırdı. Hemen herkes aşağıya seğirtti.
Küçük kardeşi ile iki yeğeni iyice sarınıp çıktılar, birbirlerine tutunup, düşe kalka biraz ilerlediler, köyün hemen yakınında mezarlığın bulunduğu biraz yüksekçe araziye vardılar bin bir zahmetle.
Uzun uzun kulak kabarttılar, evet bir sesler geliyordu, ama bekledikleri taraftan değil, tam aksi istikametten geliyordu. Bir süre sonra sesler yine kesildi, tekrar duyduklarında bu sefer başka bir yönden geldi, tipi ve rüzgarın uğultusu ile karışık ses zaman zaman net şekilde duyuluyordu.
‘Baba!’ diye çağırıyordu bir ses, durup durup ‘Babaaa!’ diye bir canhıraş feryat duyuluyordu; lakin sesin geldiği
yönü kestirmek nâ mümkün. Naçar ayrıldılar, her biri farklı yönlere gittiler, saatlerce seslendiler
birbirlerine, ‘Baba’ feryadı ‘Meho’ feryadına, ‘Kızımmm’ feryadı ‘Abe’ feryadına karıştı durdu, bir süre sonra bazı
sesler kesildi.
Saat gece yarısını gösterdiğinde yarı ölü şekilde kardeşi geldi eve; yeğenini yarı donmuş, ama nefes alır halde mezarlıkta buldular, taşıdılar eve.
Gerisi bir feryat olarak karıştı boşluğa, cesetlerini ertesi sabah köyün hemen dibinde, bahçelerin içinde buldular, Sakine, Mehmed'e sarılmış şekilde kaskatı kesilmişlerdi.
Mustafa Ekici
Saray Kırk Oda
Apartman ahalisi kasaba siyasetçisi anlamaz bundan,
Onun bilip bileceği, nohut oda bakla sofa misali,
Kendi küçük dünyasının ölçüleri ile kırk odalı bir evdir.
Evet saray kırk odadır,
Her bir odasında bir siyaset pişer,
Her bir sofasında bir başka oyun kurulur,
Gelecek seçimi düşünmekten aciz kasaba siyasetçisinin aklı ermez bu işlere velakin,
Saray kırk odadır
her odasında onyıllara sarî oyunlar kurulur,
ince ince gergefler dokunur,
ta ecdad dediğinde ne demek anlasın torun takla diye.
Mazlum ‘ah’ dediğinde,
‘aman’ dediğinde kimsesiz, ‘yettim’ diyen bir el olsun diye,
Zalim, kargısını güçsüzün karnına sapladığında bir hesap olduğunu bilsin diye,
Amansız bir öç olduğunu bilsin diye,
suçsuz yere katledilenin iniltisi boşa gitmedi alem görsün diye…
Saray kırk odadır,
her bir odasında bir kavim yaşar, her bir odasında bir dil konuşulur, bir tarz oturulup bir tarz kalkılır,
Her bir odanın kokusu farklı, deseni farklı, döşemesi, tahtası farklı, şiiri müsikisi farklı,
Kasaba siyasetçisi zübük ağalar bundan kendi evlerini misal tutarak zevk-ü safaya dair detaylar çıkarırlar, onlar çıkara dursunlar, bir odada Trablusgarb konuşur, bir odada yemen, berisinde sesleri çınlar ciddi ve kararlı, erken büyümüş çocukları Kudüsün, Şamın.
Saray gerçekten kırk oda,
İnce ince düşünülmüş mimarisi gibi, her kıvrımında, her köşesinde bir yürek saklıdır, bir güzellik saklanmıştir her bir duvarına, nişine, her bir pervazına bir özlem, her bir merteğinde acılı idam hatıraları saklı, her bir konsulunda yürek kudurtan öfkeler, intikmalar gizlenmiştir unutulmasın diye.
Saray gerçekten kırk oda,
Kasaba zübükleri varsın député’cilik oynasınlar, ama her bir odasında sarayın bir başka büyük temsile dair, yüzyıldır ince ince dokunan bir birliğe dair, kimsenin kimseye üstünlük taslamadığı, kimsenin kimseye tahakküm dayatmadığı bir adalet ve selam yurduna dair bir farklı temsilin akilleri, uluları otağ kurdular, kıl çadır, Hiba ve Füstatları ile sarayın her bir odasında bir devlet kurdular.
Saray kırk oda,
Her odasında kapanmamış bir hesaba dair baltalar bilenmekte, pusatlar şavkımakta, dosta düşmana bir tirad bestlenmekte kahramanlık ve onur üzerine. Her odasında günün her saati dervişin zikri gibi bir yemin dönenmekte, ürkütücü bir kararlılıkla, tekdüze bir ritimle ve biteviye:
Andolsunki!…
Bu saatten sonra, kökleri ve gövdesi adından büyük bu milletin kasaba temsillerinde ki komik tiplerle siyaset yapacağını sananlar sadece yanılmıyorlar, gerçekten komik oluyorlar.
Saray kırk oda evet,
her bir odasında bir ulu isteriz bundan sonra, Trablusa, Yemene, Kürdistana, şankavun mogadişuya, gorajdeye, kudüse, beyruta, batuma, Ulanbatura, medineye, mekkeye dair yüreğinde yakıcı bir hasret, kafasında tehlikeli hayalleri olmayan kimsenin girmesine müsade etmeyeceğimiz tam kırk odası var sarayın.
Yüzyıl evvel bu büyük milletin her kasabasına çekilen emperyalist sınırları ciddiye alıp bu gecekonduda teselli olan kasaba siyasetçileri ile işi kalmadı bu milletin, bir süre daha député’cilik oynasınlar, dolgun maaşlarının tadını çıkarıp hayali halklarına büyük ve mühim söylevlerini versinler, laiklik desinler misal, ağızlarını avurtlarına kadar zorlayarak demokrasi diye çığlık atsınlar, millet onlara kıs kıs gülüyor sarayın odalarından.
Saray kırk oda evet,
Her bir odasından ‘dünya beşten büyüktür’ diye haykıracağız,
Her odasından mazlum milletlere dair bir hayal kuracağız, bir siyasa dokuyacağız, her odasında bu büyük milletin bir parçasına, bir şehrine dair bir kurtuluş muştusu yazacağız.
Saray kırk oda.
Mustafa EKİCİ