Oruç: Sarsıcı Bir Yüzleşme


"Oruç kibirle kirlenmiş kalbi birazcık acı, birazcık pişmanlık ve tövbe, 
birazcık gözyaşı ile incitmek imkanıdır."



Kibirli modernler dine biraz tepeden bakmayı severler; insanlığın tarihini böler, sınıflar, ilkelden moderne doğru lineer bir çizgiye dizerler olan biteni. Kendi tezlerine dayanak diye de insanlık aleminin biraz periferisinde kalmış bir iki üryan kabile, birkaç kemik ve kalıntı üzerinden devasa anlatılar inşa ederler.

Bu asık suratlı, mekanik, kalpsiz ve sıkıcı tezler, güçlünün, egemenin, sömürgenin haksızlığına meşruiyet getirdiği için de katlarında onanır, onların fonladığı hormonlu ve besleme bilim çevrelerinde çabucak taraftarlar bulur, medyanın ve iktidarın yarattığı zorunlu meşruiyet zemininde hızla kitlelere yedirilir ve insanlar biraz bıyık altından gülerek bu cilalı, kalpsiz tezlerin mutlak gerçekler olarak buyurulmasını izler.

Tanrı hükmü

Ama Tanrı, hükmünü icra etmeye devam eder. Tanrı hükmü böyle kalpsiz, oyuna dışarıdan dayatılan tezlere aldırmaz. Güneş doğar, baharı yaz takip eder, sümbül solar ve kuş uçarken cemre düşer suya, toprağa. Tanrı hükmü insanın yapıp ettiklerine aldırmaz. Taraf tutmaz tanrı hükmü, kin gütmez. Tanrı hükmü zalime de engel çıkarmaz, adile de. Sadece bütün bunlar olsun, süreğen bir biçimde deveran etsin diye yaşam, durmaksızın icra eder hükmünü.

Burada işleyen, eyleyen, olana bitene değer yükleyen, tanımlayan insandır çünkü. Zulmeden insandır, âşık olan, kötülüğe karşı bir dağ gibi dikilen insandır, ağlayan ve sevinen, iyi olan ve hadsizce kötü olan insandır. Çünkü ona, evet sadece ona ‘isimler’ öğretilmiştir.

Kierkegaard ‘Tanrı’ya karşı daima kabahatli olduğumuzu’ söyler. 'İnanmak' ,der. 'Cesurca bir yüzleşmedir bu kabahat hali ile'. İnanmakla, inanmakla yani acı ile insan bu kabahat halinin, bu haksız olma durumunun yarattığı kibir ve dik başlılık ile başa çıkabilir ancak. Tıpkı Marx’ın din veya inanmayı kalpsiz dünyanın kalbi ve mazlumun sığınağı diye tanımlaması gibi.

Evet, dünya insani anlamda bir kalpten yoksun yaratılmıştır. Çünkü ona bir kalp armağan edecek olan insandır. Evet, dünyanın bir vicdanı yoktur çünkü ona vicdan olacak olan sadece ve sadece insandır. İnsana verilenlere karşılık ortaya konanlara bakınca evet ikrar etmek gerekir ki insan gerçekten Tanrı’ya karşı kabahatlidir, haksızdır: ‘İnsanoğlu nankördür.’

Tanrı ile temas yeteneği, Tanrı ile karşılaşma kabiliyeti bütün evrende sadece insana bahşedilmiştir. İnsandır Tanrı’ya tanım biçen, mahiyet tanımlayan… Tanrı’ya bir yüz biçme cüreti sadece insanda var. Bir anlamda Tanrı insana kendi hakkında muhteşem ve neredeyse sınırsız bir kurgu yeteneği ve imkânı vermiştir.

Din, kanun vs. adına bu cüret ve yetenek kısıtlanmaya kalkışılsa da insanın içinde esip gürleyen fırtınanın karşısında bir hükmü yoktur bunların. Olan bitenin faili ve şahidi sadece insan ve Tanrı’dır. İnsan ile Tanrı arasında olan biten şeye esasen evrende dahil olabilecek de yoktur.

İnsan adedince Tanrı tanımı

Tanrı tekdir, el hak. Lakin insan adedince Tanrı tanımı, veçhi vardır dense yeridir. Bir anlamda insan neyin yoksunu ise Tanrı’da onu aramış, onu tanımlamıştır. Neredeyse bütün insan nesli kendinde görmediği, göremediği, güç yetiremediği ama olmasını arzu ettiği ne varsa Tanrısını onu temel alarak tanımlaya girişmiştir.

Az çok insan neslinin peşi sıra koştuğu Tanrısı, insanın korkularının tedavisi gibidir. Ama güçsüzlerin Tanrısı oldu hep, güçlülerin değil. Adalet arayanların, eşitlik arayanların, aş ekmek muhtacı olanların tanrısı oldu hep, içtenlikle inandıkları, adını anarak hınçla yumruklarını sıktıkları, tiranların, zalimlerin Tanrısı değil. Yalnızların Tanrısı oldu hep, içten içe yanan aşıkların, kalabalık sevgilere, abartılı övgülere, hayranlıklara gark halde, iki santimgururları ile esriklerin değil. Korkanların, emin olmayanların Tanrısı oldu hep, kafaları kesin inançlarla dolu burnu büyüklerin değil. Arayanların Tanrısı oldu hep, inadına anlam arayanların, ermişlerin, bulmuşların, mutmainlerin değil.

Gerçekçi olmak gerekirse Tanrı'ya atfettikleri her şey aslında ulaşmak için yanıp tutuştukları şey oldu. Aşk isteyen bir umut Tanrı'ya yöneldi, adalet arayan, güç arayan, aş ekmek arayan. Daha abuk şeyler de aradılar Tanrı’da, hiç sahip olmadıkları onur mesela, içlerinde zerresi olmayan sevgi… Kurumuş gözyaşları ile çizik çizik yanaklarını ovarak anlam aradılar mesela, bir son umudu aradılar Tanrı’da.

Günün sonunda mahiyet olarak iki tür Tanrı anlayışı kalır orta yerde; birincisi insanın sınırlı tahayyül ve tasarım kabiliyetinin kurguladığı, bir anlamda yarattığı totem Tanrı; ikincisi insanı yaratan, kavranması ve kapsanması insan ufkunu aşan ve mutlak anlamda tek olan Tanrı.

Birincilerden ses seda yoktur insanın canhıraş feryadına, umarsız kurgulardan, insanın kuruntularından ibarettir onlar. Ama Allah, neredeyse bütün varlığı ile insana dikkat kesilmiş, çağları aşan bir hasretle bekler gibidir; ‘Sen yürü ben koşarım sana doğru’ der. İnsana kuruntuların peşinde ömür çürütmek yaraşmaz, kurguların kulu kölesi olmak alçalmaktan başka bir yere çekmez insanı, nitekim iki yön tayin edilmiştir, ‘yüceler yücesi, aşağının en aşağısı.’

‘Zannın üzereyim’

Ama bu kadar arayışa, emeğe, din ve Tanrı adına kurulan onca muazzam yapıya, katedrale, camiye, sinagog ve adını buraya saymaya ömür yetmez kuruma, kurala, adete, ibadet ve duaya rağmen insan yine de Tanrı’ya karşı haksızdır. Hatta nankördür insan Tanrı’ya karşı.

Ama bu haksız olma durumu öte yandan Tanrı’nın insana en büyük armağanı, Tanrı’nın insanoğluna bahşettiği onca şeyin, var olma imkanının, sayıp dökmesi ömre sığmaz nimetinin yanında, Andromeda galaksisindeki Yaratılış Sütunları gibidir, devasadır, akıl erdirilemeyecek boyuttadır. Çünkü bu haksız olma durumudur insana birazcık acı tattıracak olan, insanı iyi olmaya doğru hareket ettirecek olan bu haksız olma durumudur, insanın vicdan ve adalet üzre ısrarını canlı tutacak tek gerçek değerdir bu haksız olma durumu. Evet insan Tanrı’ya karşı hep haksızdır.

Tanrı bunu buyururken insanı aşağılamıyor, suçlamıyor, tersine bir durum betimliyor, yüceltiyor insanı, muhatap olma, temas imkânı tanıyor, hem de ne imkân, kendisini tanımlama imkânı tanıyor insana, ‘Zannın üzereyim’ diyor.

Ama Tanrı ile insan arasında olan biten şey gerçekten mahrem, gerçekten sarsıcı bir iştir, olmalıdır. Din elbette bir yanı ile sosyal bir kurum, insanın bir arada yaşama serüveninin olmazsa olmaz temel kurumlarından. Elbette bir yanı ile sosyolojik ve siyasete tekabül eden de bir yönü var dinin. Bireyin ahlaki ve ruhi gelişim ve olgunluğu için değerli bir süreçtir din. Tanrı’ya akıl içinde kalarak, toplumsalı örselemeden varabilmenin makul bir yoludur ama Tanrı ile temas tamamen bireysel bir çaba, kişioğlunun içinde esip duran bazen serin bir bahar meltemi, bazen kırıp döken sert bir fırtına. Din buna makul bir çerçevedir ve hiç şüphesiz çok yanı ile kültürdür. Ama inanmak, cesaretle, cüretle insani kapasiteye dair ciddi bir zorlama işidir.

Bilinç mimarisi olarak oruç

Bir kültür olarak İslam coğrafyasında câri olan yaşam biçimini aşan, temel olarak insanlığa tavsiye edilen, nezaketle önerilen, aslında insan olmaklığın zorunlu şartı olarak vazedilen, gündelik hayatın tümüne, her anına şamil bir mimari olarak iman, şüphesiz zaman ve mekanla kayıtlı kültürel süreçlerin tamamından üstte, insana dair Tanrı’nın muhteşem, ışıl ışıl bir teması, bir ütopyasıdır bir anlamda. Mübarek Ramazan ayındayız. Oruç ayındayız. Allah’ın göklerden yere ağdığı, yerin göğün merhamet ve rahmetle yunduğu bir zaman aralığında.

Gök kapıları açılır

Oruç başlı başına bir bilinç mimarisidir. Önceliklerin sıraya konduğu, süslenip bezendiği bir mimari. İnsan için muazzam bir yüzleşme, hem de yaşamın hay u huyu içinde kısa anlarla insanı dürten rahatsız edici vicdani dokunuşlar değil, bilinçli, tercihli, yoğunlaştırılmış ve zamana yayılmış bir yüzleşme.

İnsanın Tanrı’ya haksızlığını itiraf edip yüceldiği bir kutlu armağandır oruç.

Dersin ki; “Bağışla beni, sokakta aç mülteciyi gördüm, çevirip yüzümü gittim haksızım, yoksula şahit oldum ama basmadım frene, haksızım, ışıl ışıl saçlarını çocuğumun okşadım gönençle ama yetimi anımsamadım, haksızım”.

Sayıp dökün siz de bakın ne kadar haksızız Tanrı’ya karşı. Alemde olan biten her şeyde parmağı var insanın, her zulümde, her itilip kakılmada, ağlatılan her çocuğun göz yaşında parmağı var, yakılan ormanda, inleyen mahkûmda, kirletilen suda ve her şeyde. Hac esnasında sinek veya karınca ezmek haramdır, bitki yolmak, hatta yanaktaki tüyü yolmak bile haramdır, insanın pür iyi olması, Tanrı’nın muradı bu. İşte oruç Tanrı ile temas edip bu haksızlık durumunu itiraf etmenin insanı yücelteceği makamlara giden bütün gök kapılarının sonuna kadar açıldığı kutsal zaman aralığıdır.

Oruçla hayat yavaşlar, yavaşlar zamanın ritmi, dikkat dışarıdan sıyrılır, gözler içe odaklanır, süreğen bir muhasebeye döner zaman, sürekli olarak yüz yüze olma fırsatı bahşeder Tanrı. Oruç bir bilinçtir, yetimi okşayan eldir oruç, fukaraya seni eşitleyen bir sihir, insanla göz hizasına geldiğin kibirde sert bir irtifa kaybıdır. Dünyada inleyen, acı çeken her insan tekine dokunma ayrıcalığıdır oruç. Bırak seni tepelesin oruç, bırak ayak altı eylesin biraz.

Oruç kibirle kirlenmiş kalbi birazcık acı, birazcık pişmanlık ve tövbe, birazcık gözyaşı ile incitmek imkanıdır.

Çünkü Tanrı kırık kalplerdedir.

tanrının işleri

                     


                       Tanrı'nın İşleri


       


“Katolik doğmak ölü doğmak demektir.”
Thomas More (*)

Thomas More ünlü Ütopya’sında böyle der. Kast ettiği kilisenin başına kimin geleceği dahil, hayatın her bir detayının belirlendiği, kilisenin ve tanrısının olabilecek her şeyi öngördüğü, insanın da öngörülen olduğu... Böyle şeyler düşündüğü, yazdığı ve söylediği için 8. Henry tarafından hain olarak suçlanıp idam edildi. Gerçi ölümünden epey sonra Kilise kendisini Aziz, hatta Anglikan Kilisesi ondan da önce Şehit ve Aziz ilan ettiler, ama bu More’un ifade ettiği gerçeği değiştirmez: Katolik doğmak ölü doğmak demektir. 

More’un tespitinin temel bağlamının siyaset olduğunun farkındayım, ama siyasete çıkmayan bir bağlam mı var, çünkü tamamen öngörülen bir varlık olarak insan tasavvuru, gerçekten de insana ve onu yaratan Tanrı’ya ciddi taarruzlar içeriyor. Köleci, sınıfsal, kasta dayalı toplum anlayış ve yapısının temelinde de öngörülmüş insan tasavvuru yatmaktadır ve hiç şüphesiz arkasında iktidara dair, ekonomi politiğe dair süreç yönetimi. 

Son tahlilde Katolik’in tasavvur edebildiği Tanrı en fazla, biraz adil ve merhametli, biraz irice bir 8. Henry, tebaa da biraz daha ezik bir kulcağızdır. Böylece Kilisenin tanrısı, aslında onun yeryüzündeki mücessem hali ile Kral ve her şeyi ile öngörülmüş tebaası. Oysa bütün dinler tarihi bunun aksini söyler. Bütün peygamberler bu rezil dayatmaya bir itiraz ile çıkmışlardır. 


Roma’nın daha sonra kanatları altına alıp uysallaştırdığı, bin bir suratla tanınmaz hale getirdiği İsa mesajı, çok sağlam bir itirazdı. Kudüs’te kurdukları bölgesel para ve trampa sistemi ile mazlum Musevi halkının kanını uyduruk tanrıları adına emen Yahudi bankerlik sistemine ve her gün yeni vergilerle, zulümlerle hayatı yaşanmaz hale getiren işgalci Roma yönetimine karşı ciddi bir itirazdı. İsa’nın ve diğer peygamberlerin bu itirazı sadece siyasete hamledilemez elbet, o itiraz bu rezil siyasayı doğuran, meşrulaştıran ontolojik tanıma, dayatılan uyduruk tanrıya ve bu uyduruk tanrı ile meşrulaştırılan düşkün, insana yakışmayan yaşama idi.


Bu uzun girizgahı son günlerde bütün dünyayı sarsmakta olan, birçok önemli aydın tarafından muazzam değişimlere yol açacağı öngörülen küresel koronavirüs salgınına dair birkaç kelam etmek için yazdım.


Öngörülmüş insan


Yüzyılları aşan kolonyalist ve sömürgeci geçmişi ile kapitalizm, uzun tarihinde belki de ilk kez bireyin tüketiciliğine bu kadar bel bağlar hale düştü. Düştü diyorum çünkü koca koca kapitalistler adeta kaderlerini bireyin tüketimine terk etmiş durumdalar. Oysa tarihte kapitalist, bir sömürü çarkının tepesinde oturur, büyük oranda emek sömürüsü ile toplar ve bir parçası da olduğu iktidar çarkları içinde korunaklı pozisyonunu sürdürür. Aşağıdan yukarıya sömürü çarkı böyle bir şeydi. Bu hali ile Katolik Kilise ve tanrısı ve tabii öngörülmüş birey/tebaa bu çarkın temel ontolojisini oluşturur. Fransız Devrimi bir bakıma bu öngörülmüş insan olgusuna da bir itirazdır.


‘Sen muhteşemsin’


‘Tanrı’ demişti Nietzsche ‘bir düşüncedir, her doğruyu eğri kılan ve duranı sersemleten.’ Bunu manastırlara sığınan, pagodalarda kaybolan sofiler için söylemişti ve haksız da değildi, çünkü onları görünür yaşamdan, üretimden kopararak, iradeden ve talepten kopararak tanrı tarafından bütün detayları ile öngörülmüş bir kaybolmaya davet ediyordu. Ancak günün sonunda Nietzsche’nin öldürdüğü tanrı bir başka kılıkta kendini muazzam şekilde simulakre etmeyi başardı. Evet özgür birey, uyduruk tanrılardan kurtulmuş, geri ahlaki bağlardan azat olmuş, öngörülemez özgür birey bir şafak gibi doğmuştu evrene. Hayat muazzam mutlu, gelecek heyecan verici görünüyordu. 


İşte demokrasinin üzerine oturduğu temel, bu özgür birey fikridir. More’un yıkmaya çalıştığı düzen yıkılmış ve nihayet insan öngörülemez olmuştu. Öngörülemez yani bir kaderle sınırlanmamış. En azından milyonlarca okul, üniversite, giderek özgür bireyin biyolojik varlığı ile de bütünleşen ve kişiselleşen medya ile bize söylenen bu: İnsan artık tanrılar tarafından öngörülen basit, aciz, kader sahibi ve güdülebilir bir varlık değil. Her an bin tür vasıta ile her birimize propagandası yapılan budur: Sen muhteşemsin, harikasın, yücesin, dokunulmazsın vs.


Günün sonunda beş para etmez hamburgeri masasına zamanında gelmediği için zıvanadan çıkan, en basit ve manasız hazları kısacık ertelendiği için dünyayı yakmaya hazır, çok hümanist, çok hayvan sever, çok cinsiyetli, çok şımarık ve tabii çok özgür birey var karşımızda.


Siyaset mekanizması için oyu çok önemli bu hedonist yaratığın bir dediği iki edilemez. Ve nihayet siyaset de bu hedonist bireyin şaklabanı olarak sistemi çeviren mekanizmaya dönüşmüştür. Sonrasında olanlar malum; bu sözde özgür birey ve onun sınırsız sömürülmesi üzerine kurulu saçmalığı meşrulaştırmak için olmayan paraları harcatıp olmayan ekonomiler icat ettiler. Balon ve sanal ekonomiler, fiktif ve tutarsız ahlak ve kurallar, haz odaklı ve insanı sürekli aşağılayan, hırpalayan yeni ve dayatma cinsiyet tanımlamaları vs. Günün sonunda aslında birbirine feci mahkûm, kıymeti kendinden menkul, şımarık iktidarlar ile doyumsuz ve ahlaksız bireyler arasında simbiyotik bir ilişki doğdu, böylece devlet bir süre sonra her şeyi bilen, her şeye muktedir bir tanrıya dönüştü şımarık bireyin gözünde. 


O birey artık domatesin nereden geldiğini bilmeyen, ekmeğin neden yapıldığını, suyun nerelerden akıp eve ulaştığını, evinin ısıtıldığı gazın nereden çıktığını, hatta evin nasıl ısındığını bile bilmeyen bir tüketici haline geldi. Tanrı var, Katolik Kilisesinin tanrısı gibi değil kabul, ama modern devlet de bu özgür bireyin karşısında klasik anlamda tapınmasa da evet kadiri mutlak bir tanrıdır artık.


Tanrıyı iri ve bazen komik derecede kötücül, kızgın, bazen merhametli, ağlak irice bir kral olarak tanımlama hastalığı Hıristiyanlarda değil sadece, neredeyse bir aile tanrısı olarak Yahudilerde de vardır. Hatta bu saçmalıklardan olabildiğince korunmuş İslam inanç sistemine bile sızmıştır. ‘Ben kulumun zannı üzereyim’ ifadesindeki sarsıcı kişiselliği getirip irice bir krala indirgemek olsa olsa ekopolitik bir teolojidir. 


Din adamlarının hemen dünyanın her yerinde bu salgını tanrının bir cezalandırması olarak yorumlaması da aslında tersten, yani modern devlet tanrısının karşısında biraz aciz kalmış, kızgın bir orta çağ tanrısının pek adalet de içermeyen bir öç alma girişimi gibi duruyor. Ve doğrusu bütün bu komik tanrılar adına yargılayan, buyuran din adamları ve takipçilerinin sergilediği sefalet, modern özgür bireyle birlikte yazık ki insanı aşağılayan, insanı içerikten, ahlaktan, uyumdan ve gerçekleşmekten uzaklaştıran, doğayı ve insanı süreğen bir biçimde tanrıdan her gün biraz daha uzaklaştıran bir süreçtir.


Hastalıklı tüketici


Hayır, Tanrı’yı bilmiyoruz, hatta Tanrı’dan özenle kaçıyoruz. Çünkü Tanrı’yı biliyor olmak hepimizi zorunlu bir yüzleşmeye, zorunlu bir şeffaflığa, zorunlu bir uyuma götürecektir. Tanrı’yı tanımak her birimizi sınırsız hazlarının peşinde, tatmin edilmesi imkânsız hırslar ve taleplerle malül, hastalıklı birer tüketici olmaktan kurtaracaktır. Hep daha az ile yetinen, bunu yüksek bir bilinçle tercih eden, irade ve karar sahibi gerçekten özgür bireyler haline getirecektir Tanrıyı tanımak. 


Katolik kilisesinin kraldan bozma, biraz baba, biraz tanrı uydurmasından kurtulmak isterken insanlık daha beterine, hiç doymayan, doğayı, insanı, insan emeğini sınırsızca sömüren, yok eden, adeta dünyayı insan çöplüğüne çeviren modern zaman tanrılarının gazabına tutulmuş durumdadır. Sözde kaderden, tanrının öngörülmüş kulları olmaktan kurtarıp özgür birey haline getirilen ve bu rezil aşağılamanın hem öznesi hem de nesnesi kılınan insan.


Şimdi korona virüsü, bu özgür bireyin suratını korku, hastalık, ölüm, belirsiz bir gelecek olarak tokatlıyor, devletlerin suratına acizlik, güçsüzlük, zayıflık olarak çarpıyor. Yaşlı bakım evlerinde devletlere emanet on binlerce yaşlı insan kimsiz, kimsesiz, feryatsız, zalimce ölüme terk ediliyor, hastanelerimiz hiçbir şeye yetmiyor, daha düne kadar gen teknolojileri ve ufuk açan bilimsel gelişmelerle neredeyse insanı yeniden yaratacak kadar ciddi iddia sahibi bilim adamlarımızın virüse dair korku dolu ve belirsiz ifadeleri, evet bütün bunlar hiç şüphesiz insanı çok sarsıyor. Korona virüsü en çok bu modern devlet/özgür birey ilişkisini hırpalıyor, bu derin aşağılanmayı, bu doğal ve güç yetirilmez horlanmayı anlamlandıramıyor özgür insan.


Tarihteki önemli kavşaklar, büyük dönüşümler, o kavşakta yaşayanlarca hemen his bile edilmemiştir. Efendimizin (sav) ilahi mesajı insana seslediği küçücük kasaba Mekke sakinleri misal gelenin ne olduğunu gerçekten kavrayamadılar. Elli yıl sonra dünyanın üçte birinde her anlamda hakimiyet kurup tarihi ve insanı esaslı biçimde değiştiren mesajın etkisi ancak geriden bakılınca anlaşılıyor. Şimdi de böyle olacak, sarsıcı şeyler olmayacak, ama yavaş yavaş, baharın yazdan ayrılması gibi kendiliğinden, sessizce ciddi değişimler olacak evet.


Mazlumların sahibi Allah


Allah mazlumların sahibidir, kimsesizlerin, sesi kısıkların sesidir Allah. Gözlerimizin önünde milyonlarcası katledilen çocuk ve kadınların geceye gümleyen feryadını biz işitmesek de işiten bir Tanrı var. Ve Tanrının işleri işte böyledir, kimseye kastı yoktur ama değiştireceği şeyi değiştirecektir, tıpkı geceyi gündüz kılması gibi, baharı yaz kılması gibi, genci yaşlı kılması gibi. Bütün bunlarda mucize arayanlar elleri boş döneceklerdir ama bütün bunlar mucizenin ta kendisi değil midir? Ben burada Hintlilerin değerden yoksun rölativitelerini önerecek değilim, ya da kurtulmuş insan egosuna sahip Yahudi üstenciliğini, Hıristiyanların çoğunun el etek çektikleri acınası çileciliklerini, ya da İslam adına aleme nizam verme iddiasının kibirli mensuplarını övecek de değilim.


Sadece bir yüzleşme önerebilirim.


Kendimizle bir yüzleşme, Tanrı ile bir yüzleşme.


O zaman daha yavaşlatılmış bir yaşam, daha küçük ve toprağa yakın şehirler, daha gerçekçi ve adil hükümet tarzları, daha makul kar ve büyüme hedefleri, daha az tüketim, daha az hırs. Güç sadece ve sadece zalimlerin ellerini kırmak, mazlumun üzerine çökmüş ağır gölgesini yok etmek için anlamlıdır.


Şimdi başkalarının sırtından geçinenler, dünyanın yüzde 80’i açlık sınırındayken onların sırtından semirenler, hayatı hep krem karamel yaşayanlar düşünsün. Çünkü Tanrının işleri böyledir ve öngörülmezdir. Tıpkı Özgür İnsan gibi. Göğsünde Allah’a dair içli ve samimi bir iman taşıyan, ahlak ve erdem ile kayıtlı insan gibi. Evet insan öngörülemez!


Ama bütün tüketiciler öngörülebilirdir.

(*) “Katolik doğmak ölü doğmak demektir.” Der Carl Gustav Jung, "Bu benim icadım değil Thomas More'undur"  Carl Gustav Jung, Nietzsche'nin Zerdüştü Üzerine Seminerler, Çevirmen Turgut Berkes, Alfa Yayınları