Oruç: Sarsıcı Bir Yüzleşme

Oruç bir bilinçtir, yetimi okşayan eldir oruç, fukarayla seni eşitleyen bir sihir, insanla göz hizasına geldiğin kibirde sert bir irtifa kaybıdır. Dünyada inleyen, acı çeken her insan tekine dokunma ayrıcalığıdır oruç. Bırak seni tepelesin oruç, bırak ayak altı eylesin biraz.


Mustafa Ekici

Kibirli modernler dine biraz tepeden bakmayı severler; insanlığın tarihini böler, sınıflar, ilkelden moderne doğru lineer bir çizgiye dizerler olan biteni. Kendi tezlerine dayanak diye de insanlık aleminin biraz periferisinde kalmış bir iki üryan kabile, birkaç kemik ve kalıntı üzerinden devasa anlatılar inşa ederler. Bu asık suratlı, mekanik, kalpsiz ve sıkıcı tezler, güçlünün, egemenin, sömürgenin haksızlığına meşruiyet getirdiği için de katlarında onanır, onların fonladığı hormonlu ve besleme bilim çevrelerinde çabucak taraftarlar bulur, medyanın ve iktidarın yarattığı zorunlu meşruiyet zemininde hızla kitlelere yedirilir ve insanlar biraz bıyık altından gülerek bu cilalı, kalpsiz tezlerin mutlak gerçekler olarak buyurulmasını izler.

Tanrı hükmü

Ama Tanrı hükmünü icra etmeye devam eder. Tanrı hükmü böyle kalpsiz, oyuna dışarıdan dayatılan tezlere aldırmaz. Güneş doğar, baharı yaz takip eder, sümbül solar ve kuş uçarken cemre düşer suya, toprağa. Tanrı hükmü insanın yapıp ettiklerine aldırmaz. Taraf tutmaz tanrı hükmü, kin gütmez. Tanrı hükmü zalime de engel çıkarmaz, adile de. Sadece bütün bunlar olsun, süreğen bir biçimde deveran etsin diye yaşam, durmaksızın icra eder hükmünü. Burada işleyen, eyleyen, olana bitene değer yükleyen, tanımlayan insandır çünkü. Zulmeden insandır, âşık olan, kötülüğe karşı bir dağ gibi dikilen insandır, ağlayan ve sevinen, iyi olan ve hadsizce kötü olan insandır. Çünkü ona, evet sadece ona ‘isimler’ öğretilmiştir.

Kierkegaard ‘Tanrı’ya karşı daima kabahatli olduğumuzu’ söyler. İnanmak der cesurca bir yüzleşmedir bu kabahat hali ile. İnanmakla, inanmakla yani acı ile insan bu kabahat halinin, bu haksız olma durumunun yarattığı kibir ve dik başlılık ile başa çıkabilir ancak. Tıpkı Marx’ın din veya inanmayı kalpsiz dünyanın kalbi ve mazlumun sığınağı diye tanımlaması gibi. Evet, dünya insani anlamda bir kalpten yoksun yaratılmıştır. Çünkü ona bir kalp armağan edecek olan insandır. Evet, dünyanın bir vicdanı yoktur çünkü ona vicdan olacak olan sadece ve sadece insandır. İnsana verilenlere karşılık ortaya konanlara bakınca evet ikrar etmek gerekir ki insan gerçekten Tanrı’ya karşı kabahatlidir, haksızdır: ‘İnsanoğlu nankördür.’

Tanrı ile temas yeteneği, Tanrı ile karşılaşma kabiliyeti bütün evrende sadece insana bahşedilmiştir. İnsandır Tanrı’ya tanım biçen, mahiyet tanımlayan… Tanrı’ya bir yüz biçme cüreti sadece insanda var. Bir anlamda Tanrı insana kendi hakkında muhteşem ve neredeyse sınırsız bir kurgu yeteneği ve imkânı vermiştir. Din, kanun vs. adına bu cüret ve yetenek kısıtlanmaya kalkışılsa da insanın içinde esip gürleyen fırtınanın karşısında bir hükmü yoktur bunların. Olan bitenin faili ve şahidi sadece insan ve Tanrı’dır. İnsan ile Tanrı arasında olan biten şeye esasen evrende dahil olabilecek de yoktur.

İnsan adedince Tanrı tanımı

Tanrı tekdir el hak. Lakin insan adedince Tanrı tanımı, veçhi vardır dense yeridir. Bir anlamda insan neyin yoksunu ise Tanrı’da onu aramış, onu tanımlamıştır. Nerdeyse bütün insan nesli kendinde görmediği, göremediği, güç yetiremediği ama olmasını arzu ettiği ne varsa Tanrısını onu temel alarak tanımlaya girişmiştir. Az çok insan neslinin peşi sıra koştuğu Tanrısı, insanın korkularının tedavisi gibidir. Ama güçsüzlerin Tanrısı oldu hep, güçlülerin değil. Adalet arayanların, eşitlik arayanların, aş ekmek muhtacı olanların tanrısı oldu hep, içtenlikle inandıkları, adını anarak hınçla yumruklarını sıktıkları, tiranların, zalimlerin Tanrısı değil. Yalnızların Tanrısı oldu hep, içten içe yanan aşıkların, kalabalık sevgilere, abartılı övgülere, hayranlıklara gark halde, iki santim gururları ile esriklerin değil. Korkanların, emin olmayanların Tanrısı oldu hep, kafaları kesin inançlarla dolu burnu büyüklerin değil. Arayanların Tanrısı oldu hep, inadına anlam arayanların, ermişlerin, bulmuşların, mutmainlerin değil. Gerçekçi olmak gerekirse tanrıya atfettikleri her şey aslında ulaşmak için yanıp tutuştukları şey oldu. Aşk isteyen bir umut tanrıya yöneldi, adalet arayan, güç arayan, aş ekmek arayan. Daha abuk şeyler de aradılar Tanrı’da, hiç sahip olmadıkları onur mesela, içlerinde zerresi olmayan sevgi… Kurumuş gözyaşları ile çizik çizik yanaklarını ovarak anlam aradılar mesela, bir son umudu aradılar Tanrı’da.

Günün sonunda mahiyet olarak iki tür Tanrı anlayışı kalır orta yerde; birincisi insanın sınırlı tahayyül ve tasarım kabiliyetinin kurguladığı, bir anlamda yarattığı totem Tanrı, ikincisi insanı yaratan, kavranması ve kapsanması insan ufkunu aşan ve mutlak anlamda tek olan Tanrı. Birincilerden ses seda yoktur insanın canhıraş feryadına, umarsız kurgulardan, insanın kuruntularından ibarettir onlar. Ama Allah, neredeyse bütün varlığı ile insana dikkat kesilmiş, çağları aşan bir hasretle bekler gibidir; ‘Sen yürü ben koşarım sana doğru’ der. İnsana kuruntuların peşinde ömür çürütmek yaraşmaz, kurguların kulu kölesi olmak alçalmaktan başka bir yere çekmez insanı, nitekim iki yön tayin edilmiştir, ‘yüceler yücesi, aşağının en aşağısı.’

‘Zannın üzereyim’

Ama bu kadar arayışa, emeğe, din ve Tanrı adına kurulan onca muazzam yapıya, katedrale, camiye, sinagog ve adını buraya saymaya ömür yetmez kuruma, kurala, adete, ibadet ve duaya rağmen insan yine de Tanrı’ya karşı haksızdır. Hatta nankördür insan Tanrı’ya karşı. Ama bu haksız olma durumu öte yandan Tanrı’nın insana en büyük armağanı, Tanrı’nın insanoğluna bahşettiği onca şeyin, var olma imkanının, sayıp dökmesi ömre sığmaz nimetinin yanında, Andromeda galaksisindeki Yaratılış Sütunları gibidir, devasadır, akıl erdirilemeyecek boyuttadır. Çünkü bu haksız olma durumudur insana birazcık acı tattıracak olan, insanı iyi olmaya doğru hareket ettirecek olan bu haksız olma durumudur, insanın vicdan ve adalet üzre ısrarını canlı tutacak tek gerçek değerdir bu haksız olma durumu. Evet insan Tanrı’ya karşı hep haksızdır. Tanrı bunu buyururken insanı aşağılamıyor, suçlamıyor, tersine bir durum betimliyor, yüceltiyor insanı, muhatap olma, temas imkânı tanıyor, hem de ne imkân, kendisini tanımlama imkânı tanıyor insana, ‘Zannın üzereyim’ diyor.

Ama Tanrı ile insan arasında olan biten şey gerçekten mahrem, gerçekten sarsıcı bir iştir, olmalıdır. Din elbette bir yanı ile sosyal bir kurum, insanın bir arada yaşama serüveninin olmazsa olmaz temel kurumlarından. Elbette bir yanı ile sosyolojik ve siyasete tekabül eden de bir yönü var dinin. Bireyin ahlaki ve ruhi gelişim ve olgunluğu için değerli bir süreçtir din. Tanrı’ya akıl içinde kalarak, toplumsalı örselemeden varabilmenin makul bir yoludur ama Tanrı ile temas tamamen bireysel bir çaba, kişioğlunun içinde esip duran bazen serin bir bahar meltemi, bazen kırıp döken sert bir fırtına. Din buna makul bir çerçevedir ve hiç şüphesiz çok yanı ile kültürdür. Ama inanmak, cesaretle, cüretle insani kapasiteye dair ciddi bir zorlama işidir.

Bilinç mimarisi olarak oruç

Bir kültür olarak İslam coğrafyasında cari olan yaşam biçimini aşan, temel olarak insanlığa tavsiye edilen, nezaketle önerilen, aslında insan olmaklığın zorunlu şartı olarak vazedilen, gündelik hayatın tümüne, her anına şamil bir mimari olarak iman, şüphesiz zaman ve mekanla kayıtlı kültürel süreçlerin tamamından üstte, insana dair Tanrı’nın muhteşem, ışıl ışıl bir teması, bir ütopyasıdır bir anlamda. Mübarek Ramazan ayındayız. Oruç ayındayız. Allah’ın göklerden yere ağdığı, yerin göğün merhamet ve rahmetle yunduğu bir zaman aralığında.

Gök kapıları açılır

Oruç başlı başına bir bilinç mimarisidir. Önceliklerin sıraya konduğu, süslenip bezendiği bir mimari. İnsan için muazzam bir yüzleşme, hem de yaşamın hay u huyu içinde kısa anlarla insanı dürten rahatsız edici vicdani dokunuşlar değil, bilinçli, tercihli, yoğunlaştırılmış ve zamana yayılmış bir yüzleşme. İnsanın Tanrı’ya haksızlığını itiraf edip yüceldiği bir kutlu armağandır oruç. Dersin ki “Bağışla beni, sokakta aç mülteciyi gördüm, çevirip yüzümü gittim haksızım, yoksula şahit oldum ama basmadım frene, haksızım, ışıl ışıl saçlarını çocuğumun okşadım gönençle ama yetimi anımsamadım, haksızım”. Sayıp dökün siz de bakın ne kadar haksızız Tanrı’ya karşı. Alemde olan biten her şeyde parmağı var insanın, her zulümde, her itilip kakılmada, ağlatılan her çocuğun gözyaşında parmağı var, yakılan ormanda, inleyen mahkûmda, kirletilen suda ve her şeyde. Hac esnasında sinek veya karınca ezmek haramdır, bitki yolmak, hatta yanaktaki tüyü yolmak bile haramdır, insanın pür iyi olması, Tanrı’nın muradı bu. İşte oruç Tanrı ile temas edip bu haksızlık durumunu itiraf etmenin insanı yücelteceği makamlara giden bütün gök kapılarının sonuna kadar açıldığı kutsal zaman aralığıdır.

Oruçla hayat yavaşlar, yavaşlar zamanın ritmi, dikkat dışarıdan sıyrılır, gözler içe odaklanır, süreğen bir muhasebeye döner zaman, sürekli olarak yüz yüze olma fırsatı bahşeder Tanrı. Oruç bir bilinçtir, yetimi okşayan eldir oruç, fukaraya seni eşitleyen bir sihir, insanla göz hizasına geldiğin kibirde sert bir irtifa kaybıdır. Dünyada inleyen, acı çeken her insan tekine dokunma ayrıcalığıdır oruç. Bırak seni tepelesin oruç, bırak ayak altı eylesin biraz.

Oruç kibirle kirlenmiş kalbi birazcık acı, birazcık pişmanlık ve tövbe, birazcık gözyaşı ile incitmek imkanıdır.

Çünkü Tanrı kırık kalplerdedir.

2.05.2020 tarihinde Star  Açık Görüşte Yayınlanmıştır.

https://www.star.com.tr/acik-gorus/oruc-sarsici-bir-yuzlesme-haber-1536245/

 


İnanmak meziyeti

 

Mustafa Ekici 

”Türümüzün kendi biyolojik doğası dışında başka amacı yoktur.”

Edward O. Wilson

Uzun zamandır aşınıyor insan olmak. Yukarıya alıntıladığım cümle bu aşınmayı çok iyi özetliyor. Demeye getiriyor ki insanın biyoloji ötesi bir mefkuresi, bir kabiliyeti, bir imkânı yoktur. Oysa insan her şeyden evvel inanmaktır. Bakmayın siz kurmayı, plan program yapmayı 'düşünme' üst başlığı ile insan olmaya koşut sayanlara, hayır, insan inanmaktır. İnanmak işinin dışındaki her duyuş, davranış bir tür sapma, inanmak işinin doğurduğu muazzam imkân evreninin içinden aşırmaktır.

Muazzam sıçrayışlar inanma temellidir

Düşünmek, akıl etmek, sonu güvene, bağlanmaya, adanmaya, giderek inanmaya çıkması gereken bir ilk adımdır olsa olsa. Bütün bilimsel ve analitik süreçlerin bir kesinliğe, bir sabit tutamağa çıkması icap eder. Sonu inanmaya çıkmıyorsa düşünmek sıkıcı ve yorucu bir süreçten ibarettir. Bu anlamda inanmak, modern kuşakların gittikçe profanlaşan, derinlikten ve kesinlikten yoksun bakış açılarında bir tür saflığa, alıklığa tekabül ediyor. Yaşama temel olmak, davranış ve duyuşlarımızı belirlemek bakımından inanmak kadar kesin, net ve sükûnet getiren başka bir haslet var değildir. Nitekim bir inanmak davranışı olarak diğerkâmlık, başkaya güven, güvenilen özne olmak anlamında eminlik, hatta daha yaygın bir gözlem olarak cinsellikten ve çıkardan öteye geçen muhabbet, güven ve bağlanmak giderek seyrekleşen davranışlar olarak öne çıkmakta. Bütün bunlar akademik süreçlerde, siyasette, edebiyatta, sanatta ve hayatın daha birçok alanında belirginleşen bir kuraklaşmaya da yol açmakta. Çünkü yaratıcı olan inandır, atılgan olan, adanan ve ufuk açan, herkesten daha öteye odaklanan kişi inanmış kişidir. İnsanlığın muazzam sıçrayışları inanmak temellidir. Arkasından gelen tüccarlar bu alturist adanmanın nimetlerinden büyük işler kotaracaklardır elbette. Yadırganacak bir durum değildir bu ama temel inanmaktır.

Zor iştir inanmak

Öte yandan zor iştir inanmak. Hesap yapmadan, kurmadan atılmak işi, her şeyi ince ince kurarak, hesaplayarak, tedbirler alarak atılan adıma karşılık gerçekten tehlikeli ve zor iştir.

İnanmak eylemi çünkü insan kapasitesinin üstünde, biyolojinin imkanlarını muazzam zorlayan bir eylem. Yaratıcılığı da buradan geliyor. Mantık dışılığı, akla sığmazlığı, inansız insana garip ve delice gelişi, sınırları zorlayan ufkundan kaynaklanıyor. İnanmak ile ihtiras, inanmak ile çıkar bir arada bulunması muhal durumlar. Çünkü David Hume'un çarpıcı ifadesi ile 'mantık ihtirasların kölesidir.'

İnanmanın belki de en çarpıcı tarafı sahiciliğidir. İnanmak eyleminde oyun olmaz, kurgu olmaz, kişi kendi benliği ile muazzam bir şeffaflık içinde olmak durumundadır. Kendi ile kurduğu ilişkinin niteliğinde saklıdır inanmanın sırrı. Maddeye nüfuz eden, insan benliğini topraktan ufka aşıran, herkesten farklı kılan, üstün kılan, bağımsız ve özgür kılan durumdur inanmak. Böylece başkasının hesabının üstünde, kurgusunun ötesinde bir varoluş imkanıdır.

Bu uzun girişi Ramazan ve Oruç'a dair iki kelam etmek için yazıyorum. Aylardan bir ayı, günlerden bir günü, saatlerden bir saati kutsal kılan sihirli dokunuş inanmak işidir. Ivan Illich su üzerine yazdığı bir yazısında, Müslümanların abdest suyundan bahseder, ona göre Müslümanların abdest alırken kullandıkları su artık bildiğimiz şebeke suyu değildir. Kanalizasyona akıp giden kirli ve sıradan su değildir artık. İnanmak sihri ile su kutsal, aziz bir nitelik kazanmış, moleküler düzeyde bir değişim geçirmiştir ve insanın hem biyolojisi hem de psikolojisi üzerinde çarpıcı etkileri olan bir şeye dönüşmüştür. İşte Ramazan ayını, barındırdığı geceleri, anları, saatleri kutsal kılan şey de bu inanmak işidir.

'Yok mu benden dileyen'

Hepimiz farkındayız evet, modern yaşamın hızı ve gürültüsü içinde kutsalı duyumsamak, kutsala dokunmak gittikçe zorlaşıyor. Sadece tek bir mumun aydınlattığı mütevazi bir 19. yüzyıl evinde yaşayan birine kıyasla, onlarca lambanın aydınlattığı gürültülü evlerimizde kutsalın sihrine şahitlik etmek bakımından epey uzaktayız. Artık bir alt ses olarak sıradanlaşan ve gece gündüz hiç kesilmeyen şehirlerin derin uğultusu içinde, onlarca teknolojik alet ile çevrili kalabalık yaşamımızda gecelerin asudeliğinden, meleklerin göklerden ağdığı ve 'Yok mu benden dileyen' diyen tanrı nidasını taşıdığı dingin seherlerden de yoksunuz. Her şey izafiliği dayatıyor ama insana lazım olan bir tutam kesinlik. İzafilikle malul çağdaş düşünme biçimi, hakikati ve kutsalı yaşamın uzağına, insan aklının sınırlarının dışına ittiği iddiasında. Böylece tarihin çoğu kurgu, sisli labirentlerinden uyduruk tanrılar, egzotik inanışlar taşıyarak inanmayı, hakikate dair bir kulpa sarılmayı çocukça ve arkaik olarak sınıflıyor. Oysa medeniyetin göğünde parlayan bütün yıldızlar hakikate dair bir kesinlik ve inanmak kaynaklıdır.

Sarsıcı bir deneyim olarak oruç

Din toplumsalın içinde büyük oranda kültürdür. Ama birey için din bir inanmak meselesidir. Kendi ile yüzleşme, kendi gerçeği ve sınırları ile hesaplaşma, sahiden kendi olma, sahici bir insan olma meselesidir. Her kişinin kendine has, kendi inanma kabiliyeti, emek ve cesareti oranında derinleşen, neredeyse benzersiz, bir kişiye özel haldir inanmak. Bu bağlamda oruç, toplumsal- kültürel nitelikler taşıyan çok öğe içermekle birlikte, kişiye özel sarsıcı deneyimler barındırmaktadır.

Her şeyden önce oruç hüzünle ilgidir. Ayrılıkla, özlemle, hasretle ilgilidir oruç. Bedene dair yorucu detaylardan bir süre uzaklaşıp, gürültüden ve hızdan biraz arınıp göksel evrene doğru hamle yapmaktır. Eşsiz acılara maruz kalmış şehitlerin metanetinden uzaktayız biliyorum, bir ömrü dört duvar içinde hapis geçirmişin sabrından, anları yıl olan meftunun direncinden, zamanı hasret dolu bir inleme olarak yaşamış dervişin içli yüreğinden uzaktayız biliyorum elbet. Küçük acılar üzerine çokça konuşulabilir, büyük kederler dilsizdir oysa. Oruç, küçücük acılardan yükselen abartılı feryada azıcık ara verip büyük ve dilsiz acıya bir kısa şehadet talebidir. Bir ceviz kabuğu kadar hükmü olmayan gündelik sorunlarımızın ötesine geçip bu yabanda gerçekten ne yapıp ettiğimizin sahici bir muhasebesidir oruç.

Doğan güne şükran

Ertesi güne uyanacak bir sebebe nadiren sahiptir insan. Yaşamı sağlam bir eleştiriden geçirdiğinde birbirinin aynı ve devamı olan yüzlerce gün batımı ve doğumu gerçekten anlamsızdır. Her gün boş ve beyhude bir yaşama uyanmak gerçek bir insan için katlanılabilir değildir. Yüreği manda gönü gibi canlılığını yitirmiş insan için artık bunların bir anlamı yoktur. Çünkü insan olmak, var olmak, varlığı bir yere doğru taşırmak manasızdır. Elinden bir şey gelmeyenler bunu başkaları için yapılan sözde fedakarlıklara dair mızmızlanarak anlamlandırmaya çabalar. Diğerleri, daha zalim ve daha cüretkâr olanlar nobranca toprağın kirine, pasına yapışır ve etrafa gülünç bir kibirle fedakârlık nutukları atar.

Oruç işte bu gülünç kibre karşı soylu bir dikilmedir. Doğan güne ve getirdiklerine içten bir şükrandır oruç. Her bir anını günün anlam ile dolduran, kalbi itminan ile sakinleyen muazzam bir uyanış fırsatı. Tanrının hasret ile açılan ağuşuna aşk ile donanmış bir koşu, anın içinde saklı sonsuzluğa coşkun bir sarılmadır oruç.

9.04.2022 Tarihinde Star Açık Görüş’te yayınlanmıştır. 
https://www.star.com.tr/acik-gorus/inanmak-meziyeti-haber-1703903/