HAVVA




Elinde adını Papiş koyduğu yumuşacık peluş köpeği ile, koltuk kanepelerin arasında koşturup duruyor, kendi kurduğu görünmez sahnesinde, etrafında dönüp duran dünyaya, telaşa aldırmadan, yoluna sürekli çıkan bitmez eşyaya, koltuğa, sandalyeye takılmadan, kalabalık kadrosu ile oyununu oynuyordu. O kadar dalmıştı ki oyuna, anne ve diğer teyzelerin sürekli yükselen tonda ki uyarılarını gerçekten duymaz olmuştu.


‘Papiş sen uçarak Elazığ’a git şimdi, Nisa’nın kulağına yaptığı kardan adam için uydurduğum ismi söyle gel, ‘Kariş’ olsun adı de, sonra tekrar hızla gel.’

Papiş göz açıp kapayıncaya kadar Elazığ’a gitti, kuzen küçük Nisa’yı bahçede kocaman bir kardan adama son rötuşları yaparken buldu, patiden kanatlarını yavaşça çırparak yaklaştı, Nisa’nın yüzünü değirmi bir tebessüm doldurdu, kulağına Papiş’in fısıldadığı şeyi dikkatle dinledi, sonra da kardan adamın etrafında Kariş diye şimdi uydurduğu bir şarkının ritmi ile seksek oynar gibi dönmeye başladı.

O kadar canlı ve detaylı bir oyundu ki Havva’nın sahnelediği şey, oyun demek hata olur adeta, gerçekten daha gerçek, Nisa’nın üşüyen ellerini, Papiş’in kulağına fısıldamasını, her detayı ama her detayı yaşıyor, ışınlanma hızı ile başka şehirlerde yaşayan arkadaşlarını oyuna katıyor, onlara gidiyor, onları getiriyor, mekanı ve mesafeyi anlamsızlaştıran bir üst formda yaşıyor gibiydi.

Üzerine tırmandığı kanepenin kolu aslında yaz tatilinde kaldıkları pansiyonun bahçesinde üzerine tırmanıp oturduğu bahçe duvarıydı, etrafına topladığı Kayahan, Nezir, Cemre, Nisa ve diğerleri ile harika bir oyuna dalmışlardı. Duvar sallandığında katıla katıla gülüyorlardı, Havva bu sallantıyı da oyunun parçası haline getirdi, hepsi beraber sallanmaya başladılar duvarın üzerinde, duvar onlar salladığı için sallanan bir kocaman tahterevalli olmuştu hemen ve kahkahasını daha da yükseltti Havva.
Ama hayır, sallantı durmuyordu, ve birazdan onu oyundan çekip alacak başka şeyler de olmaya başladı. Tavandan taş ve beton parçaları, kum ve toz düşmeye başladı, eline çarptı bir taş, acıttı elini çok, Annesi bir hamle ile Havva’yı kolunun altına alıp koşturmaya başladığında Havva oyundan çıkmıştı artık.

Odaya geri döndüğünde bir kıyamet sahnesinin tam ortasında buldu kendisini. Tavan ürkütücü şekilde üzerlerine geliyor, duvarlar kağıt gibi yarılıyor, gerçekten anlaması zor sesler geliyor duvarlar ve tavandan, ev gerçekten canlanmış, çizgi filmlerde gördüğü yürüyen ağaçlar gibi yürüyor, haykırıyor, böğürüyor, canı acımış bir dev gibi sağa solla sallanarak ateşler püskürüyor, eline geçirdiği dev taş ve beton parçalarını sağa sola öfke ile fırlatıyor ve gözleri kör eden yoğun bir toz fırtınası çıkarıyordu. Korku ile iyice büzüldü Annesinin telaşla sağa sola savrulan bedenine, koltuk altına, bir yandan sürekli böğrünü acıtan annesinin elini gevşetmeye çalışıyor, o gevşetmeye çalıştıkça annesi daha da sıkıyordu. Her şey o kadar yavaş oluyordu ki Havva bir ara sıkılmaya bile başladı. Sanki yavaş bir filimin içindeydi.
Birazdan annenin başına isabet eden dev beton parçası onu adeta bir oyuncak gibi mutfak kapısına doğru savurdu. Savrulmayla beraber Havva da boşlukta savruldu bir süre, az evvel üzerinde oyun oynadığı kanepenin/duvarın tam da kenarına değerek yere düştü. Gürültüler artarak devam ediyor, sarsıntılar, savrulan toz ve taş parçaları artarak üzerine üzerine düşmeye devam ediyor, aşağı katlardan, üst katlardan sesler, bağırtılar geliyor, bazı sesleri tanıyor, ayırıyor, bazıları yabancı. Az sonra üsteki yarıktan bir biberon düşüyor tam sağ elini koyduğu kanepenin metalden parlak ayağının yanına, üst katta yaşayan Halime teyzenin yeni doğan çocuğu Furkan’ın bu, sık sık Furkan’ı kucağına alıp beslediğini düşündü, Furkan’ın kendisini her gördüğünde meraktan kocaman açılan komik gözlerini anımsadı, gayri ihtiyari tebessüm etti Havva.

Zaman geçmek bilmedi bir süre, kanepenin kolu üzerine düşen bir beton parçası Havva için harika bir çadır olmuştu, sık sık minder ve yastıklardan, tam da burada böyle yarım çadırlar, yastıklardan kapılar yapar, içinde sonu gelmez oyunlarını kurardı. Birazdan sesler kesildi, binanın öfkesi yatıştı, toz duman hafif hafif dağıldı, bazı iniltiler ve dışardan sürekli artan insan sesleri, bağırtılar, ambulans ve polis sirenleri duyulmaya başladı.
Havva, bir beton parçasının sıkıştırdığı sol ayağındaki acıyı hissetti birden, bir iki hamle ile ayağını kurtarmaya çalıştı ise de başaramadı, hareket ile acısı daha da artınca hareket ettirmekten vaz geçti. Biraz ağladı, annesini sesledi, evde misafir olarak bulunan halasını, ama hiç kimse cevap vermedi. Eli ile yüzündeki tozları sildi, gözyaşları ağlamadığı halde akmaya devam ediyordu, bir anlam veremedi ama onları da sildi nazikçe, ağzına dolan tozları tükürdü, eli ile biraz başının etrafını temizledi, nefes alıyordu ama hiç ışık yoktu.
Sonra sol elinde sıkı sıkı tuttuğu Papiş’i anımsadı, yüzü kocaman bir mutlulukla doldu, bu iyiydi işte, bu gerçekten çok iyiydi, Papiş çünkü onu kurtarabilirdi, elini hareket ettiremiyordu ama Papişin yumuşacık bedenini hissedebiliyordu, iyice gevşedi, sakinleşti, birazdan devasa bir kurtarma operasyonu başlatacaktı Papiş ile birlikte.
Yukardan Havva’nın kısık seslerle verdiği talimatları duyan yardım ekiplerinin gözleri mutluluktan gözyaşları ile doldu, daha çok seslediler, ama Havva işi hiç gevşetmedi, Papiş ambulansın şoför koltuğunda, betonu kaldıran kepçenin kontrol panelinde, sağlık ekiplerini koordine eden ekip başı olarak, uzak şehirlerde yaşayan Kayahan, Cemre ve Nisa ve diğerlerini yardıma çağıran bir hızlı posta olarak gece boyunca koşturdu durdu. Büyük bir ciddiyetle kurtarma operasyonunu yönetiyor, kısık sesi ile mırıl mırıl sadece Papişin duyacağı talimatlar veriyor, bazen ayağının acısı onu saçma sapan gerçeğe çağırsa da o kurtarma operasyonu oyununda kalmaya ısrarla ve ciddiyetle devam ediyordu. Oyun mu dedim, haşa tövbe...


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder